Kaplan Hoca’nın Şehirleri ve Annesi
Modern edebiyat araştırmalarının öncü şahsiyetlerinden biri olan Mehmet Kaplan 18 Mart 1915’te Eskişehir’in Sivrihisar kazasında doğar, 23 Ocak 1986’da İstanbul’da ölür. Birinci Dünya Savaşı’nın zor günlerinde gözlerini dünyaya açan Kaplan’ın babası Halil İbrahim Bey (1891-1960) annesi Fatma Hanım’dır (1890-1935). Kaplan’ın hayatında, bir süre öğretim üyeliği yaptığı Erzurum’la araştırma yapmak için gittiği Paris’i dışarıda bırakırsak, üç mekân diğerlerinden bir adım öne çıkar. Hoca’yı daha iyi tanıyıp anlayabilmek için ana hatlarıyla bu mekânları gözden geçirmekte yarar var.
Sivrihisar: 1915-1928 (13 yıl) Kaplan ilk tahsilini 19231927 yılları arasında bu güzel ve tarihî Anadolu kasabasında yapar. Bu kasaba onun çocukluk cennetidir. Herkesin birbirini tanıdığı, komşuların hem yardımlaşıp hem de hayatın zorluklarını birlikte göğüsledikleri bu şirin beldede Kaplan oldukça erken denilebilecek bir yaşta hayatın gerçekleriyle de yüz yüze gelir, fırıncı çıraklığı ve kunduracılık yapar. Ticaretle uğraşan babasının işlerinin bozulması üzerine ailece buradan Eskişehir’e göç ederler.
Eskişehir: 1928-1935 (7 yıl) 1928-1935 yıllarında orta ve lise tahsilini bu şehirde sürdüren Kaplan, bu şehrin köklü liselerinden birisi olan Atatürk Lisesini bitirir. Onun özellikle deneme ve mektuplarında Sivrihisar ve Eskişehir önemli bir yer tutar. Hoca yazdığı yazıların birçoğunda bir vesileyle konuyu mutlaka çocukluğuna (Sivrihisar’a); gençliğine (Eskişehir’e) getirir. Özellikle Eskişehir’deki eğitim hayatı boyunca evi dışında içinde en çok zaman geçirdiği yer kütüphanedir. Bu kitap merakı onu önce felsefeye, fakat daha sonra elinde olmayan nedenler yüzünden edebiyata yöneltir.
İstanbul: 1935-1986 (51 yıl) Annesini de kaybettiği 1935 yılında başladığı İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü 1939 yılında bitiren Kaplan, daha sonra bu bölümün Yeni Türk Edebiyatı Anabilim Dalı’nda profesörlüğe kadar yükselir. 1939’dan ölüm tarihi olan 23 Ocak 1986 tarihine kadar tam 47 yıl birçok nesle hocalık ve kılavuzluk yapar. Başta edebiyat alanındaki bilimsel çalışmaları olmak üzere; deneme, şiir, eleştiri, hikâye, mektup, anı, çeviri gibi edebî türlerle de ilgilenen Kaplan bugün hâlâ fikirleri ve kitapları eskimeyen önemli/ender araştırmacı ve edebiyatçılarımızdandır.
Hocanın eserlerinden seçtiğimiz ve burada sizinle paylaşacağımız iktibaslara geçmeden önce onun hayatını hemen hemen her yönüyle derinden etkilediğini düşündüğümüz dinine bağlı bir Anadolu kadını olan annesi Fatma Hanım’a kısaca değinmek isteriz. “Onun namaz ve duaları sayesinde Kaplan Beylerin evi ile gökyüzü ve Tanrı arasında bir münasebet kurulur.” Yine Kaplan Bey’in ifadesiyle annesi, “hasta yattığı son yıllar hariç, ömrü boyunca sabah namazlarını ve bütün namazlarını zamanında kılmıştır.”Kaplan’ın çocukluğunda, Anadolu’nun birçok yerinde olduğu gibi, sabah namazından iki saat önce kalkılır ve bir daha yatılmazdı. Yeni günle ilgili hazırlıkların yapılması ve dolayısıyla işlerin yetişmesi için bu durum biraz da zorunluluktu:
“Henüz sabah ezanının okunmasına bir veya iki saat olan bir vakit. Yer yatağında uyanıyorum… Sofada hafif, tok bir ses. Bu sesi hemen tanırım. Bir teknede yoğrulan hamurun sesi. Annem sabah erkenden kalkmış, hamuru yoğurmuştur. Bu hamur öğleye kadar kabaracaktır. Sonra evin bir haftalık ekmeği pişecektir.”
Fatma Hanım, evinde yetişkin erkek olmadığından hem evin içindeki hem dışındaki bütün işleri tek başına görür. Sadece yiyecek hazırlamak yetmez, yaşadığı coğrafyanın ağır kış şartlarına da önceden tedbir almak zorundadır. Bunun için sırtıyla evine “şabla” (kırlarda biten sökülmesi bir hayli güç bir tür kök) taşır. Bu çilekeş Anadolu kadınının küçük Mehmet’in hayal dünyasındaki bu konuyla ilgili izleri şöyledir:
“Söğüt dallarını bacaklarımızın arasına alarak at gibi koşturur, kişneyerek çok uzaklara giderdik. Akşam vakitleri, söğütten atımla, kasabanın sonundaki çeşme başına giderek, orada, kırdan başka kadınlarla beraber, sırtı şab- la yüklü gelen annemi beklerdim. Kızıl toz bulutları içinden sırtı şabla yüklü anneler gelir, çocuklarına, rengi çok güzel, fakat içi küçük diken tozları ile dolu ‘kuş burnu’ getirirlerdi. Bunun çok ince kuş derisi gibi bir kabuğu vardı. Yemek için onu dişler, hemen tükürürdük. Bizi sevindiren annelerimizin sıcak elleriydi. Dönüşte onların önünde yine atlarımızı koşturarak, toz duman içinde, muzaffer, evimize dönerdik. Şabla kırlarda biten sökülmesi bir hayli güç bir nevi köktü. Ocak yakarken kullanılırdı. Üç dört şab ile bir çorba pişirmek mümkündü.”
Leave feedback about this