(Doktora hocamız merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan ile ilgili olarak bir yazı istenilince elbette olumlu cevap verecektik. Aşağıda okuyacağınız satırlar bu güzel isteğin sonucudur. Ancak istedik ki bu yazımızda, hakkında pek çok yazı kaleme aldığımız hocamızı farklı açılardan ele alalım. Burada, sayıları bir hayli fazla olan hatıralarımızdan ancak birkaçına yer verebileceğiz.)
1960 yılının ikinci yarısının biraz sonrası… Aylardan eylül… Ülkemizin gençliği, başka bir söyleyişle lise mezunları tatlı bir telaşın içinde. Üniversiteler açılıyor. Ancak yeni öğrencileri daha belli değil. Ülkede topu topu yedi üniversite var: İkişer tanesi İstanbul ve Ankara’da, birer tanesi ise İzmir, Trabzon ve Erzurum’da. Böyleymiş dağılım ama benim son ikisinden hiç haberim yok. Bizim Konya Lisesi mezunları, ki koskoca ilin tek lisesi idi, varsa yoksa Ankara ve İstanbul. Biraz da açılalı fazla olmayan İzmir’deki üniversite.
Profesör nedir, kimdir, ne iş yapar? Bizler için iki bilinmeyenli bir denklem. O yıllarda gazete sayfalarında profesör adı pek geçmez. Ancak zaman zaman hukukçu olduklarını öğreneceğimiz bazı profesörlerin adı geçiyor. Artık onları da saymayalım.
Ben edebiyat fakültesi diye bir okulun olduğunu çok geç fark ettim. O yıllarda şehirlerde gençlerin elinden tutan ticari kuruluşlar filan daha yok. Neyse, anılan yılın kasım ayının ilk iş günü galiba çarşambaya geliyordu. Elimizden tutup bizi okula götürecek büyüklerimiz yoktu ama bizler heyecanlı idik. Gözleri yükseklerde olanların (!) yerini değil, adını bile bilmediği o koca binaya girerken bir heyecanlıydık ki sormayınız. Artık üniversiteli idik. Bizim de şebekemiz olacaktı, yakamıza takacağım bir de rozetimiz. Şebeke o yılların öğrenci kimlik kartı idi ki indirimli yolculuklarda filan işe yarıyordu.
Sora sora Bağdat’ın bulunduğu bir ülkede biz bölümümüzün yerini kolayca buluverdik. Ana girişten sağa dönüp sayıları 15 kadar olan basamaklardan sonra bir kapıdan içeriye giriyorduk. Derken tırman tırman bitmeyecek merdivenler… Dördüncü katın ara sokağa bakan taraftaki katı bizimmiş. Koridor bayağı kalabalık. Öyle ya, orası bir idealin, belki de hayalin gerçekleşeceği kutsal bir alan.
Mübarek koridor, Selimiye Kışlası gibi. Kim kime dum duma. Birileriyle konuşan yok gibi. Neyse, ben üçüncü gün uzaklardan tanıdığım bir çehreyle merhabalaşıverdim. Benim önceden kaldığım Konya Yurdu’nda geçici olarak kalan Harun Tolasa da bizim bölümde imiş.
Koridorda birileri bir duvardaki camekâna bakıp duruyor, bazıları ise bir şeyler yazıyor. Meğer orası bölümün duyuru panosu imiş. O zaman adı böyle miydi, bilmiyorum ama ben günümüze göre böyle söyleyiverdim.
Ben de yanımda getirdiğim bir deftere programı yazıverdim. Aslında o tam bir program değildi. Her hoca ile ilgili yarım sayfalık bir bilgilendirme notu gibi idi. Akşam, Konya Yurdu’ndaki yazısı güzel bir arkadaşa temize çektirdiğim programın tarafımdan şekillendirilmiş bir kopyasını hâlâ saklarım.
Özetlersek, o programda Prof. Dr. Mehmet Kaplan Hocamızın adı yoktu. Yeni Türk Edebiyatı dersimizi, Doç. Dr. Ömer Faruk Akün Bey’den alacaktık. Prof. Kaplan’ın bu yıl derslerimize gelememesinin sebebini yıllar sonra öğrenecektik. O, Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesinde öğretim üyesi olarak görev aldıktan sonra, hem bölüm başkanı, dekan ve hem de rektör vekilliği görevlerini üstlenmiş. Oradaki görevinden ayrılınca İngiltere’ye gittiği için bizim ilk yılımızda dersimize girmemişti.
Ertesi yıl mı? O yıl bir tam edebiyat hocası ziyafetiyle karşılaştık: Prof. Kaplan Londra’dan dönmüş, sınıfımıza renk getirmişti. Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar da hocalarımız arasında. Ve geçen yılki hocamız Doç. Dr. Ömer Faruk Akün.
Devamını okumak için lütfen satın alınız.
Leave feedback about this