Üniversite yıllarım, aradan geçen kırk küsur seneye rağmen, hâfızamdaki izleri canlılığını koruyan, hayâtımın en zevkli ve faydalı geçen dönemlerinden biridir. Ağzına kadar dolu anfilerde, hepsi birbirinden değerli hocalardan Türk dili ve edebiyatının derin ve zengin dünyâsına dalar, sadece bilmediklerimizi öğrenmenin değil o kıymetli insanları tanımanın da hazzına varırdık. Sonradan şuuruna erdim ki okuduğum dönem, meğerse benim ucundan kenarından yakaladığım ne bereketli bir devreymiş. Zîrâ, mezun olduktan kısa bir süre sonra, rah- le-i tedrisinden geçtiğim bu kıymetli insanların bir kısmı, pek de uzun olmayan aralarla ve de henüz genç sayılabilecek yaşlarda Hakk’ın rahmetine kavuştular.
Yeni Türk edebiyatı kürsüsü başkanı Profesör Mehmet Kaplan’ın ise hocalarımın içinde yeri bir başkaydı. Çünkü, babam Ergun Göze dolayısıyla evveliyatı olan bir tanışıklığımız vardı ve esas sertifikamı onun kürsüsünden hazırladığım için müşterek geçen zamanım fazla olduğundan, dostluğumuz perçinlenmişti… Sınıfa girer girmez yaptığı ilk iş kol saatini çıkarıp masanın üstüne koymak olurdu. Bu hareket onun ne kadar dakik, düzenli ve programlı olduğunun işaretiydi. Bütün bu ciddiyet ve disiplin içinde asla sıkıcı olmaz, dersinde dikkatlerin dağılmasına izin vermeyerek konuyu renkli bir hâle getirirdi. Edep çerçevesi içindeki bütün tartışmalara açıktı. Bir gün, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Ecir ve Sabır” adlı hikâyesini incelerken, metni örf ve âdetlerimize aykırı bulan bir arkadaşımızı sonuna kadar sabır ve tebessümle dinlediğini hiç unutmuyorum. Gene ilk derslerinden birinde “Üniversite metod verir, gerisi size kalmış” demişti. Bu sözün değerini, fakülteden mezun olduğum yıllarda daha iyi kavrayacaktım. Ancak sağlam bir metodla toplanıp değerlendirilebilen bilgiler işe yarıyordu. Kaplan Hoca, talebesiyle arasında son derece ölçülü bir sevgi ve saygıdan meydana gelen sağlam bir bağ kurmuştu. Onları asla zora koşmazdı, müşkülpesent değildi. Fakat yanlışlar karşısında da büsbütün lâkayd kalmazdı. Sâdece esas sertifika derslerini gördüğüm son sınıfta, mâzeretim dolayısıyla kısa bir müddet devamsızlığım olmuştu. Hoca ile Türkiyat Enstitüsünde karşılaştığım bir gün, “Sen İnci’nin (Prof Dr.İnci Enginün) derslerine bu ara devam etmiyormuşsun, eğer böyle giderse kulaklarını çekerim.” demez mi? O günden itibaren henüz bebek olan kızım ve mes’ûliyetim altındaki ev işleri dahî beni okuldan alıkoyamamıştı. Son senemizde bütün tez öğrencilerini, asistanı ve aynı zamanda komşusu olan hocamız Zeynep Kerman’ın evine çaya davet etmişti. Bütün arkadaşlar toplanıp değerli Hocamızın dâvetine giderken, kıymet verilmekten doğan bir haz içindeydik. Son derece samîmî bir hava içinde geçen o gün, sohbet de en az ikram edilen çay ve kurabiyeler kadar sıcaktı.
Mezuniyet tezim “Cenab Şahabettin’in Avrupa Mektupları” idi. Henüz Latin harflerine çevrilmemiş bu kıymetli eseri yeni harflere çevirip değerlendirmesini yapacaktım. Tez hocam ise o zamanlar henüz doktor olan Zeynep Kerman idi. Haftada bir gün, deşifre ettiğim kısımları karşılıklı okuyarak Türkiyat Enstitüsünde kendisiyle çalışıyordum. Bana gerek bilgi gerek tecrübe açısından çok şeyler katan bu çalışma, sene sonunda tamamlandı. Şimdi iş, hocamın imzasını almaya kalmıştı. Kendisine imzasını almak üzere evine gelip gelemeyeceğimi, telefonla sorduğumda, “Tabiî Zeynep Hanım, bekliyorum” dedi. Bu noktaya dikkatiniz çekerim. Babamdan on beş yaş büyüktü ve bana ismimle hitap etmiyordu, hanım diyordu. Gittiğimde ise beni lâyık olmadığım bir alâka ile karşılayarak, tezimin giriş bölümünü Kubbealtı Akademi Mecmûa’sında yayınlamam için teşvik etti. Bu değerli tavsiyeyi yerine getirdim ve kısa bir zaman sonra hocamın uygun gördüğü gibi o kısım dergide makale olarak yayınlandı.
Leave feedback about this