32. Sayı

Hatıraların Işığında: Hocam Prof. Dr. Mehmet Kaplan – Önder Göçgün

1964-1968 yılları arasında, bir taraftan İstanbul Üni­versitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde, diğer taraftan da Çapa’daki İstanbul Yüksek Öğretmen Okulunda yüksek tahsilimi sürdürdüm.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde, Türkiyat Araştırmaları Ens-titüsü tarafından düzenlenen 3. Milletlerarası Türkoloji Kongresi müna-sebetiyle, 26 Eylül 1979 günü akşamı, üniversitenin merkez binasında Rektör Prof. Dr. Cem’i Demiroğlu tarafından verilen kokteyl hatırası. En sağda Orhan Şaik Gökyay, yanında koluna girdiği Önder Göçgün, yanında Mehmet Kaplan (gözlüklü) ve onun yanında da Birol Emil.

1964 yılı Kasım ayı başları… İstanbul Üniversitesi yeni öğretim yılına başladı. Ben de çiçeği burnunda bir üni­versite öğrencisi olarak Edebiyat Fakültesinde, kısa ve tanınmış adı Türkoloji olan Türk Dili ve Edebiyatı Bölü­mündeki henüz yeni tanıştığım ve tanışmaya devam ettiğim arkadaşlarımla derslere giriyorum. Çoğumuzun bilmediği Osmanlıca derslerinde eski harfleri öğrenme­ye, bunlardan oluşan kelimeleri okuyup yazmaya çalışı­yoruz. Merak ve ürperti hepimizi alabildiğine sarmış…

İkinci hafta içinde 7 numaralı amfiye, gözlüklerinin al­tında ciddi bakışlı, orta yaşlarda bir erkek hocamız girdi. Hepimiz ayağa kalktık. O, kendinden emin bir şekilde kür­süye yöneldi. Elindeki kitabı ve bazı ders notlarını önüne koyduktan sonra, sakin bir ses tonu ile bizlere:

—Merhaba çocuklar! Ben, Mehmet Kaplan Hocanız. Hepiniz, fakültemize ve bölümümüze hoş geldiniz. Ba­şarılar dilerim, dedikten sonra, kararlı bir şekilde şu açık­lamada bulundu:

—Bu yıl burada, ağırlıklı olarak Osmanlıca Grameri ve Türk dil bilgisi dersleri ile beraber, giriş mahiyetinde olmak üzere eski Türk edebiyatı ve yeni Türk edebiyatı derslerini göreceksiniz. Ben, yeni Türk edebiyatı dersle­rinize geleceğim. Türkoloji, devamlı planlı, programlı ol­mayı ve hiç ara vermeden ciddi çalışmayı gerektiren bir bölümdür. Buna hazır olmayanlar ve kolay yoldan üniver­site tahsili görmeyi düşünenler, şimdiden buradan ayrılıp başka fakültelere veya bölümlere gidebilirler. Onun için hepiniz bunu, dikkat ve önemle göz önünde bulundurun ve hatırınızdan da hiç çıkarmayın!

Ne yalan söyleyeyim, bu sözler üzerimizde soğuk bir duş etkisi yaptı. Çünkü şahsen ben, bu bölüme bilerek ve isteyerek gelmiştim. Hocamızın bu sözleri karşısında içimi, “ya başaramazsam” korkusu sarmıştı. İleriki sı­nıflarda olan ve fakat yeni Türk edebiyatı imtihanlarında birkaç defa girdikleri hâlde başarısız duruma düştükleri için, bizimle birlikte Kaplan Hoca’nın bütün derslerini ta­kip eden bazı arkadaşlar:

—Bu hocamız çok ciddidir. Tembelliğe ve dalgacılığa asla prim vermez ve böylelerine göz yummaz. Çalışanı ise takdir etmeyi de çok iyi bilir, dediler. Bu son cümle, yüreğime bir parça su serpti. Evet, sürekli çalıştıktan ve ciddiyeti elden bırakmadıktan sonra çekinecek ne vardı?

Dersler ilerledikçe Kaplan Hocamız, Tanzimat sonra­sı yenileşme dönemi hakkında kronolojik çerçevede çok değerli bilgiler vermeye başladı. Yeniliğin ilk büyük ismi Şinasi’yi ve şiir sanatı başta olmak üzere eserlerini, lise sıralarında görmediğimiz yepyeni bir tarzda, tarihi akış içerisinde detaylı bir şekilde bize tanıttıkça, içimde bu hocama karşı duyduğum ürperti, yerini sıcak bir sevgi ile birleşen saygı dolu bir hayranlığa bıraktı. Bir gün:

—Edebiyat, diğer ilimlerden uzak bir şekilde varlığı­nı tek başına devam ettiren bir dal değildir. Şiir, hikâye, roman, tiyatro gibi edebî metinleri iyi anlayıp tahlil ede­bilmeniz, onları isabetli bir şekilde değerlendirebilmeniz için, o eserlerin ortaya konuldukları tarihî dönemleri ve o dönemlerin şartlarını; sonra felsefe, psikoloji, sosyolojiyi ve hatta, matematik, biyoloji ve astronomiyi de bilmeniz gerekir, dedi ve ekledi:

—Bu işe, önce felsefeden başlayalım. Size bir ay süre veriyorum. Bu süre zarfında Sokrates, Eflatun ve Aris­to’dan itibaren Dekart’a kadar önde gelen filozofları ve eserlerini öğrenip geleceksiniz. Sonra da her dersimin yarım saatinde onların fikirlerini tartışacağız.

Aradan on beş gün geçince dersin bitiminde:

—Söyleyin bakalım, adını verdiğim filozofların eserleri­ni bulup okumaya başladınız mı, sorusunu yöneltti. Her­kes başını önüne eğmişti.

—Anlaşıldı; daha henüz eserlere ulaşmamışsınız, on beş gününüz kaldı. Benden söylemesi, gerisine karış­mam, tehdidi ile yarı öfkeli bir şekilde sınıfı terk etti.

On beş gün sonraki dersinin ortasında:

—Kim, hangi filozofların eserlerini okudu? Şimdi onları tartışacağız, dedi. İki arkadaşımız:

—Hocam, eserlere yeni ulaşabildik ve hemen okuma­ya başladık, cevabını verdi. Diğerlerinden çıt çıkmıyordu. Bunun üzerine hocamız:

—Peki, koca sınıfta hiç okuyanınız yok mu, şeklinde hayıflandı. Bunun üzerine ben, sınıfın namusunu kurtar­mak isteyen bir kahraman (!) edası ve tam cahil cesareti ile elimi kaldırarak:

—Sayın hocam; ben, Sokrates’ten Dekart’a kadar önde gelen filozofların eserleri hakkında konuşmaya, fikirle­ri üzerinde tartışmaya hazırım, deyiverdim. Buna nasıl cür’et ettim, bu sözler ağzımdan nasıl çıktı? Bilmiyorum. Hâlâ aklıma geldikçe gülerim. Hocam:

—Senin adın ne evlâdım? Bu filozofları ve eserlerini bu kadar kısa zaman zarfında nasıl okudun, sorusunu yö­neltti. Ben de ismimi söyleyip, “Bunları şimdi değil, lise­den okuyarak geldim.” diye belirterek:

—Sokrates’in fikirlerinin ve son günlerinin anlatıldığı Eflâtun’un “Phaidon”undan Dekart’ın rasyonalist anlayışı konu edinen “Aklın İdaresi İçin Kurallar”, “Metot Üzerine Konuşma” ve “Felsefenin Kuralları” adlı eserlerine kadar hemen hepsini okudum. Onun için de tartışmaya hazı­rım, şeklinde, kendimce cesur bir cevap (!) verdim. Bunun üzerine hocam, anlamlı bir şekilde hafifçe tebessüm etti ve:

—Peki, öyleyse söyle bakalım; Sokrat’ın hangi sözlerini hatırlıyorsun, dedi. Buna verdiğim karşılık:

— “Ben kimseye bir şey öğretemem; ancak onların dü­şünmelerini sağlayabilirim.” ve “Ben bir şey bilmiyorum; siz de bilmiyorsunuz. Yalnız, benim sizden farkım, bir şey bilmediğimi bilmiş olmamdır!” şeklinde oldu ve bunlar­dan çok etkilendiğimi söyledim.

—Güzel… Peki, Eflâtun için ne söyleyebilirsin, sorusu üzerine ise:

—Sokrat’ın sevdiği talebelerinin önde gelenidir. Bu ho­casının, akılcı yaklaşımlarla ortaya koyduğu demokrasi ve insan hakları konusundaki görüşleri sebebiyle bal­dıran zehri ile idam edilmesine çok üzülmüş ve ömrü boyunca insan hakları, toplum düzeni ve insanın mutlu­luğu hakkında çalışmalar gerçekleştirmiştir. Eflâtun’un felsefesi, bilgi problemi ve insan odaklıdır; hemen her sözünün merkezinde bilginin değeri ve önemi ile insan faktörü yer alır. “Sokrates’in Savunması” ve “Devlet” ile “Mektuplar”, önde gelen eserleridir, açıklamasında bu­lundum. Hocam:

—Peki, Eflâtun’un ölümsüzlük fikrini ele aldığı ve mü­dafaa ettiği eseri hangisidir, diye sorunca:

—Evet hocam, insanın ölümsüzlüğünü konu alan o eseri, adını biraz önce andığım “Phaidon”dur ve diyalog, yani karşılıklı konuşma şeklinde kaleme alınmıştır, açık­lamasında bulundum.

 

Devamını okumak için lütfen satın alınız.

Leave feedback about this

  • Rating

PROS

+
Add Field

CONS

+
Add Field

X