Mehmet Kaplan’ı ne zaman tanıdım? Onun ne zaman öğrencisi oldum, onunla ne zaman çalışmaya başladım? Ve en önemlisi onu asıl ne zaman iyice tanıyabildim, yaptıklarını ve fikirlerini anlayabildim? Bu yazıda bütün bir ömrün hikâyesi var.
1963’te Türkoloji’ye girdim. Bu bölümü çok bilinçli bir şekilde seçmiştim. İstekli ve hevesli idim. Bu, benim bir seneme mal olmuştu. 1962 yılında İstanbul Kız Lisesini bitirmiştim. Aynı yıl hem matematik, hem Türkoloji bölümlerini kazanmış, önce Türkolojiye kaydolmuş, sonra kaydımı sildirerek Matematik bölümüne geçmiştim. O kış matematik bölümüne devam etmekten vazgeçmiş, artık Türkoloji’de okumaya karar vermiştim. Tekrar sınava girdim. Dersleri biliyor, hocaları tanıyordum. O yaz koskoca bir roman bitirerek Arap harflerini iyice sökmüş, okumayı ilerletmiştim (Okuduğum kitap Emile Zola’nın Elem Yolcuları adlı romanı idi. Romantik bir aşk konusunu işleyen bu eser, eski harflerle 500 sayfalık bir büyüklükte idi).
Faruk Kadri Timurtaş ve Muharrem Ergin Osmanlı Türkçesi derslerine geliyorlardı. Muharrem Bey ayrıca Türk dil bilgisi dersine geliyor, Türkçenin kurallarını anlatıyor, kök ve gövdeleri, yapım ve çekim eklerinin özelliklerini ve kurallarını öğretiyordu. Ahmet Caferoğlu Türk dili tarihi dersine giriyordu. Reşid Rahmeti Arat Uygur Türkçesi metni okutuyordu. Eski edebiyata Ali Nihat Tarlan, Yeni edebiyat derslerine Mehmet Kaplan ile Ömer Faruk Akün geliyorlardı. Hepsi de çok tecrübeli ve birikimli hocalardı. Alanlarında seçkindiler. Öğrenci üzerinde de bu yüzden çok etkili olabiliyorlardı.
Hocalarımızdan çok çekinir, karşılarında bir hata yapmamak için azami gayret gösterirdik. Mehmet Kaplan, çekindiğimiz, korktuğumuz hocaların başında geliyordu. Çok mesafeliydi, sertti; çok dakikti ve tavizsizdi, tam zamanında derse girer, iki saat boyunca konuşur, kürsüde oturarak ve ara sıra önündeki notlara bakarak dersi anlatırdı. Çok ciddi ve otoriterdi. Hiç gülmezdi. Sınıfta gezip dolaşmazdı. Sınıfta çıt çıkmaz, hepimiz onu ilgiyle dinlerdik. Her söylediği cümleyi yazmaya, dediklerini kaçırmamaya, atlamamaya çalışırdık.
Mehmet Kaplan’ın anlattıkları çok farklı idi. O zamana kadar duymadığımız, düşünmediğimiz, karşılaşmadığımız şeylerdi. Faruk Akün edebiyat tarihi anlatırdı. Bütün hocaların anlattıkları elbette bizim bilmediğimiz şeylerdi. Ama anlatılan konular hakkında az çok bir fikrimiz vardı, biraz bilgimiz vardı. Üstelik yöntemlerine de yabancı değildik. Divan edebiyatı, Orhun, Uygur metinleri, Türkçenin dil kuralları, Osmanlı Türkçesine girmiş Arapça Farsça kurallar ve kelimeler… Bütün bunları tam olarak bilmesek de takip edebiliyorduk. Fakat Kaplan Hoca, yeni edebiyat metinlerine öyle bir giriyor, onları öyle açılardan ele alıyordu ki biz bunları daha önce hiç duymamıştık. Böyle bir bakışla karşılaşmamış, metinleri hiç bu açıdan ele almamıştık. Çok iyi bildiğimizi zannettiğimiz şiirler, bize yabancı gibi görünmeye başlamıştı. Önce şiir tahlili gördük. Kaplan Hoca Tanzimat, Servet-i Fünun ve Meşrutiyet devirlerinde yazılmış şiirleri tahlil etti. Sonra günümüz şairlerinin şiirlerini ele aldı. Öğrenciliğimizin daha sonraki yıllarında hikâye ve roman tahlilleri gördük. Üçüncü yıl ayrıca bir seminer dersinde Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları kitabının tahlilini ve yorumunu yaptı. Bu yıllarda Servet-i Fünun romanlarını geniş olarak okuttu. Mavi ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Eylül derslerde tahlil edilen ve uzun süre üzerinde durulan eserlerdi. Bütün bu romanlara oldukça fazla zaman ayırıyor, her biri üzerinde birkaç hafta duruyordu (Kaplan Hoca derslere gelmeden önce notlarına bakıyor, bir öğrenci gibi her defasında çok ciddi ve ayrıntılı olarak derse hazırlanıyordu).
Leave feedback about this