Çok yönlü bir yazar olan Peyami Safa, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında romancılığı ve fikir adamı kimliği ile öne çıkar. Fikri yazılarında işlediği konular onun romanlarında kurmacanın sınırları dâhilinde tekrar işlenir. Yazarın temel sorunu modernleşmedir. Türk milletinin Tanzimat’tan beri yaşadığı kültür çatışması dolayısıyla Doğu ile Batı, mana ve madde arasında kalışı ve bu ikiliğin doğurduğu buhranı roman kişilerinin şahsında ve hayatında okurlarına sunar. Romanlarda yaşanan olaylar farklılık gösterse de bu ikilik onun eserlerinin kurucu ortak noktasıdır. Her romanında ayrı bir tarzı ortaya koyan yazarın yarattığı roman kişileri içinde bulundukları seçme buhranı sebebiyle aynı evin çocukları gibidir.
Peyami Safa, bir bilim adamı dikkatiyle sanatı üzerine düşünen, roman kuram ve tekniği hakkında çağının çok ilerisinde görüş ve tespitleri olan bir yazardır. “En serbest edebi tür” (Safa, 2012: 215) olarak tanımladığı romanın geçirdiği değişimleri takip eder. Gelinen noktada bir romanda vaka ve hareket unsuru pek aza inmiştir, merak uyandıran entrikalara gerek kalmamıştır. Romandan beklenen, pek basit bir vakayı doğuran büyük ruhi gerçekleri açığa çıkarabilmektir. (Safa, 2012: 202) Bu gerçeklik “vaka bakımından olanı veya olağanı anlatmasından ziyade kahramanın hadise önündeki ruh hâllerini” (Safa, 2012: 232) okura göstermesiyle mümkündür. Artık romanda anlatmak, tasvir etmek değil gösterme metodu daha etkilidir. Romanın yapısı hayatın kronolojik değil psikolojik yapısına bağlıdır. (Safa, 2012: 235). Tip değil karakter yaratımı önem kazanmıştır. Roman, bir buçuk asırdan beri hızlı bir gelişme hâlinde hikâye sanatının bütün inceliklerini kazanmış, felsefeyi ve psikolojiyi de kendi müşahade ve izah sistemi içine alarak yoluna devam etmektedir. (Safa, 2012: 206).
Safa’ya göre romanın temeli hayattır ve roman, fert ruhunun ve cemiyetin aynasıdır (Safa, 2012: 206). Öte yandan Türk romanını insanlara baktığı hâlde insanları görememekle tenkit eder (Safa, 2012: 212). Bir insanın duyguları, düşünceleri, hastalığı, ızdırabı ve psikolojisiyle yani tüm gerçekliğiyle nasıl görüleceğinin ve romana yansıtılacağının örneğini Dokuzuncu Hariciye Koğuşu ile verir. Tanpınar, eseri bu yönüyle şöyle takdir eder: “Okuyup bitirdiğim zaman, edebiyatımızın bu uyuşuk havası içinde böyle bir kitabın nasıl olup da yazılabildiğine hayret ettim. Nasıl olup da bir romancı kısır ve kopyeci muhayyilenin tabii malikânesi olan cicili bicili salonları, otomobil gezintilerini, kıranta bekârlarla muhteris kızların aşklarını bir tarafa bırakıp da, alil ve sakattan, hastahaneden bahsedebiliyor. Bu sahifelerde ne ay ışığında buse, ne zarif ve kibar çay âlemleri, ne baygın gözlü âşık ve ne de gurbette hatıra defteri tutan afif ve sadık sevgili vardı. Ve güzellik namına kazanılmış birer zafer addedilecek bu yoklukların yanında, insan, hakiki acıyı, ıztırabı, bir gölge hâlinde bile olsa, seferberliğin aç İstanbul’unu buluyor.” (Tanpınar, 1977: 363). Eserin isimsiz kahramanı hasta genç, Safa’nın “İnsan neyse roman odur” (Safa, 2012: 227) düşüncesinin ispatı olarak edebiyat dünyasının unutulmaz insanlarından biri olur.
Leave feedback about this