36. Sayı

Öykücülerimiz Türk Öyküsünün Yüz Yılına dair Neler Söylüyor – Soruşturma: Numan Altuğ Öksüz

 

Cumhuriyet’imizin 100. Yılında Türk Edebiyatı dosyamız için bazı öykü yazarlarımıza “Türk öyküsünün yüz yılına dair görüşleriniz nelerdir?” sorusunu yönelttik.

Faruk Duman

Faruk Duman

Öykü, Türk Edebiyatı’nın en güçlü olduğu türlerden biri. Bizim öykücülüğümüz masal geleneğine dayandığı için kıvrak ve yeniliklere açık. Bu nedenle geleneksel hikâye anlayışı da modern öykü de hızla ve çok sayıda önemli yazar yarattı. Çağdaş öykücülüğümüz Ataç’la birlikte, Dil Devrimi’nin de yaratıcı hızını alarak önce Sait Faik’i, sonra 50 kuşağını yarattı ve çok önemli bir birikim koydu ortaya. Bugün bu temelin ortaya çıkardığı işte o birikimin ürünlerini okuyoruz.

 

Bekir Şakir Konyalı

Bekir Ş. Konyalı

Farklı perspektiflerden farklı okumalar üretebilecek geniş hacimli bu soruya üç beş satırda verilecek cevap nihayetinde bir eskiz olacaktır. Eskizimin ilk çizgileri bir önermeden oluşsun. Tartışılabilir bir önerme: Öykü bedenin dilidir. Şöyle de denebilir: Duyularda iz bırakan dünyanın dil arayışıdır öykü. İhtimam gösterildiğinde kendini unutturarak, gizleyerek iş gören beden; ihmal edildiğinde arıza çıkararak kendini hatırlatır. Öykünün gözü kulağı kanaatimce bu ihmal ve arızalardadır. İş, çıkar ve faydaya dayalı gündelik hayatımıza zihnin düzeni yön verir. Güven(lik) ve sürdürülebilirliği gözeten, yakın zamanlara kadar dikey (hiyerarşik) yapılanmalarla inşa edilen büyük anlatılı bu düzenler; günümüzde ilişkiselliği öne çıkaran yatay bir vaziyet almıştır. Her iki durumda da -ister yatay ister dikey- düzen (zihin), kültür üretir. Düzenle çekip çevrilen bu dünyada öykü, kültürün açtığı yaraları onaran doğa gibidir. Öykünün ne’liğinden yola çıkan cevabımı sorunuza bağlayacak olursam kanaatimce Türk öyküsü yüz yıl içinde alımlanışı itibariyle zihin’den beden’e, kültür’den doğa’ya, merkez’den kenar’a (marj’a) yönelen bir gelişim seyri içindedir. Doğa, beden ve kenar’ın nüfuz edilemezliği nedeniyle olsa gerek kurgu ve imaj dünyası belirsizliklerle örülüdür.

Dinçer Apaydın

Dinçer Apaydın

Öykü, bugünkü kullandığımız anlamıyla 20. yüzyıl başlarında tanıştığımız bir edebî tür. Burada “öykü” sözcüğünü “hikâye” yerine isteyerek seçtiğimi ifade etmeliyim. Çünkü yalnızca bana ait olmayan bir görüşe göre hemen her edebî türün bir “hikâyesi” vardır/olabilir. Bir şiirin, bir romanın hatta kimi zaman bir denemenin bile. Bu yüzden ayrı bir edebî tür olarak beliren ve elbette bir hikâyesi olan “short story”yi karşılamak için dilimizde “öykü” sözcüğünü kullanmak daha makul görünüyor. Öyküyle ilgili herhangi bir soruyla karşılaştığımda bu açıklamayı, kendimi daha iyi ifade edebilmek için baştan yapıyorum.

İşte bizde, sınırını yukarıda çizdiğim “öykü”nün iki büyük ve öncü ismi vardır: Bunlardan biri Ömer Seyfettin diğeriyse Refik Halit’tir. İdeolojik bağlamda farklı olsalar da dil zevki ve bir olayı neden-sonuç ilişkisi içinde anlatmak kabiliyeti açısından türün ufkunu açan ilk örnekler onlarındı. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında kalem oynatan bütün büyük öykü yazarlarının da ister istemez onlardan etkilendiğini söylemek mümkün. Çoğunlukla “kıssadan hisse” geleneğine dayanan bir nedensellik ilişkisi içinde öykü türünün uzun süre bir ileti taşımak vazifesi gördüğünü de.

Hasan Erdem

Hasan Erdem

(…) Yıllar geçtikçe olgunlaşan Türk öykücülüğünde önemli kalemler ortaya çıkmaya başlar ama bana göre kısa, net, vurucu ve duygu dolu öykülerinde çocukları, yoksulları, emekçileri, hor görülenleri ve dışlanmışları coşkulu bir şekilde anlatan Sait Faik Abasıyanık, çağdaş Türk edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük öykücüsüdür. Başka bir önemli kalem Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk öykücülüğünün çok başarılı örneklerini verir. Yine bu dönemde toplumcu öykücüler de öne çıkar. Sabahattin Ali, toplumun ve bireyin sorunlarını ele alan öyküler yazar. 1946’da Sabahattin Ali ile birlikte Marko Paşa mizah gazetesini çıkaran, Akbaba dergisinde takma adla yazan Aziz Nesin ise çok okunan mizahi öykülerini yazmaya başlar.

1950’lerin başlarında Mahmut Makal’ın yazdığı Bizim Köy romanıyla başlayan, olay örgüsü, çoğunlukla köy ve köylülerin sorunlarını ele alan öyküler kitap ve dergi sayfaları arasında yer bulur. 1950 kuşağı yazarları kimilerince “bunalım edebiyatı” yapmakla suçlanır. Halikarnas Balıkçısı ise denizi, doğayı ve deniz emekçilerini konu alan öyküler kaleme alır.

Mustafa Kutlu

Mustafa Kutlu

Ben öyle ilmî izahlar yapacak biri değilim. Yüz yıldan beri edebiyatımızda çok şey yapıldı. Bu arada -siz “öykü” demişsiniz, ben “hikâye” diyeceğim- hikâyemizde de çok önemli yenilikler oldu. Bunları araştırmak akademisyenlerin işi. Ben, bu eserlerden ilgimi çeken bazılarını okudum. Okuduğum bu kitapların çoğu hakkında bir şeyler de yazdım. Nurettin Topçu zamanında çıkan Hareket dergisinde ve sonradan bizim dergimiz Dergâh’ta hem yazdım hem de resimler yaptım. Bunların pek bir ehemmiyeti yok. Madem Edebice dergisi bana yüz yıllık zaman içinde dikkate değer hikâye, roman falan var mı diye soruyor -ben öyle anladım yahut böyle anlamak istedim- son zamanlarda benim çok önem verdiğim, çok kıymetli bulduğum bir yazar ve romana dikkat çekmek istiyorum. Siz hikâye dediniz ama ben hikâye ile roman arasında pek fazla fark görmüyorum.

Yıldırım Türk

Köklü ve zengin bir hikâye geleneğimiz var. Destanlar, masallar, Dede Korkut Hikâyeleri, halk hikâyeleri ve mesneviler bizim modern hikâyeden önceki tahkiyeli eserlerimizi oluşturmaktaydı.

Yıldırım Türk

Tanzimat Dönemi’nden önceki bu eserlerimiz modern hikâyenin işlevini yerine getirmekteydi. Yüzyıllarca bu eserlerle milletimiz kendisini ifade etmiştir. Medeniyet değişimiyle birlikte hikâyemiz de yeni bir forma girmiştir.

Tanzimat’la birlikte halk hikâyesi ile modern hikâyeyi harmanlayan hikâyemiz değişerek ve gelişerek kendi yatağını bulmuştur. Ali Aziz Efendi’nin Muhayyelât’ı, Emin Nihat’ın Müsâmeretnâme’si, Ahmet Midhat Efendi’nin Letâif-i Rivâyat’ı geçiş dönemi eserleri olduğundan geleneksel hikâyeyle modern hikâyenin özelliklerini bir arada bulundurmaktadır.

Hikâyemiz; sözlü kültürden yazılı kültüre, oradan modern hikâyeye geçiş aşamasında içerik, dil, yapı yönüyle gelişimini devam ettirmiştir. Konular çeşitlenmiş ve zenginleşmiştir. Din, savaş, siyasal olaylar, millîlik, bunalım, ahlak çöküntüsü, yalnızlık gibi konuların yanı sıra insanlık hâlleri, evrensel değerler de çokça işlenmiştir.

Cemil Kavukçu

Cemil Kavukçu

sonrası ve günümüz yazarlarımızın ürünlerini -elimden geldiğince- okumaya çaba gösterdim. Henüz kitabı yayımlanmamış ya da günümüz koşulları nedeniyle yayımlanamamış genç yazarları da -yine elimden geldiğince- dergilerden ve internet sitelerinden izliyorum. Öykücülüğümüze yön veren ve kendinden sonra gelenleri etkileyen elli kuşağı, altmış kuşağı ve yetmiş kuşağı öykücüleri bu son yüz yılın en değerli hazineleri. Benim de içlerinde yer aldığım seksenli yılların ve sonrası yazarlarının bir kuşak oluşturduğunu düşünmüyorum. Bize bırakılan mirası iyi kullanmaya çalışıyoruz. Öykücülüğümüz adına beni kaygılandıran, bu mirasın farkında olmadan yazan, yazmaya çalışan oldukça kalabalık bir kesimin olması. Çeşitli kanallarla okura ulaşan öykü sayısında, geçmiş yıllara oranla gözle görülür bir artış var. Bu sevindirici bir şey. Ancak bu nicel artış nitel artışla doğru orantılı değil.

Veysel Gökberk Manga

Veysel G. Manga

Edebiyat okurları, Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ını tek bir kitap sanıyorlar. Ben böyle anlamıyorum. Neden bilmem ama Latin Amerikalı yazarları okurken Tanpınar’ı, Safa’yı, Atay’ı okurken aldığım hazzın aynısını alıyorum ve gözümün önünde Latin Amerika boyunca uzanan bir Türkiye açılıyor. Yüzyıllık Yalnızlık hem tek bir kitap hem Marquez’in bütün kitapları hem de bir Türkiye tarihidir kanımca. Bunu biraz açmalıyım.

Öykünün neden Doğu’dan Batı’ya yayılmadığına şaşmakla başladım onun ne olduğunu sorgulamaya. Roman ne kadar ayrıntıcı, hayatın her anına vakıf, okuru gündeliğin -ya da kendi gündeliğinin- içine çekmeye çalışan bir türse, öykü o denli kaçar bu tanımdan. Küçüreğinden orta hâllisine, oradan en uzun boylusuna kadar öykü, Doğu’nun hikmetli diline oldukça yaklaşmalıdır. Sıradaki cümlelerimin İslâm’la alâkası olduğunu zannediyorum: Romanda bir tanrısal dil kurulur, öyküde ise -dil yapısı nasıl olursa olsun- hayatın çarpıcı bir parçası aksettirilir çünkü öykü yazarının vakti yoktur pek öyle uzun uzadıya konuşmaya, tabir caizse, Behçet Necatigil’in sevgileri yarınlara bırakanları gibidir, dar vakitlerde bir şeyler söylemesi gerekir, en nihayetinde bir insandır o. Ne Doğulu bir tavır, değil mi!

Merve Sevde Selvi

Merve S. Selvi

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ifadesiyle, “Modern Türk edebiyatı medeniyet kriziyle başlar.” Bu medeniyet krizi yani geleneksel Türk toplum yapısının modernleşme ve Batılılaşma süreçlerinde yaşadığı sancılar sanata ve edebiyata sirayet ederek değişip dönüşmesini sağlamıştır. Bir dönem roman ile hikâye birbirinin yerine ikame edilen kavramlar olsa da ve hatta 19. yüzyıl boyunca bu karışıklık devam etse de 20. yüzyılın başlarından itibaren modernleşme sürecinin bir parçası olarak Türk hikâyesi bir tür olarak müstakilleşmiştir ve kendine has kimlik arayışına girmiştir. Sonrasında Ömer Seyfettin’in ortaya koyduğu hikâye anlayışı, Türk hikâyesine yeni bir soluk getirmiştir. 1930’lu yıllarda hikâye dergileri ve seçkiler hikâyenin müstakil bir tür olması yolunda çalışmalar olarak anılabilir. 1940 yılından itibaren de sayısı gittikçe artan antolojiler ile birlikte dergiler, hikâyeye dair nitelikli çalışmalar ortaya konmasının yolunu açmıştır. Ancak hikâyeye dair asıl kırılma 1950’li yıllarda görülür. Anlatı kişisinin bireyselleşmesi ve hikâyenin meselelerinin bireyin iç dünyasına yönelmesi neticesinde dil ve anlatım da buna uygun olarak değişmiştir. Çünkü bu devrin insanının yeni bir gerçeği vardır ve bu gerçeklik yeni anlatım biçimleri istemektedir.

 

Abdullah Kasay

Kendi kuşağımdan başlayarak diyebilirim ki -zamanın en ucunda yaşayan bir insan olarak da- kendim de dâhil olmak üzere, büyük bir hikâyesizlik sarmalı etrafında, kendi hikâyemizi inşa etmekte

Abdullah Kasay

belki de hiç bu kadar zorlanmamıştık. Son yüzyılı değerlendirirken gelinen nokta itibariyle neden bu cümleyi kurduğuma dair bazı gerekçelerim var. Bunlardan ilki Türk öyküsü özelinde değil elbette. Fakat öykümüzün, hikâyelerimizin seyrini takip ederken bağlı bulunduğumuz tüm nazarların tahakküm alanında ne denli konumlandığımızın da belki de kısa bir özetine bakmak gerek. “İdeal toplum” parolasıyla 19. yy.da şekillenen dinin ve tarımın karşısına aydınlanma ve sanayi devrimi ile çıkan modernizmin karşısına koyulan postmodernizm, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir “itiraz biçimi olarak” görülmüştü. Misal modernizm “tek tip, tek gerçek, tek merkez, büyük anlatı, bütünlük, akıl” derken, postmodernizm “çeşitlilik, gerçeği her daim yeniden üretmek, merkezsizlik, yerel (küçük) anlatılar,  parçalılık” olarak görülmüştü. Postmodernizmin bir noktada “büyük anlatı”lara yani esasen “kurallara, kesin doğrulara” karşı bir düşünsellik sunmuştu. Buna maruz kalan düşüncemiz, sosyolojimiz, kültürel alanlarımız elbette edebî alanda da verimlerini ortaya koydu. Ve fakat; küçük anlatıların ortaya çıkışı, metinlerarasılık, öznenin ölümü, öznenin yükselişi ve yapıbozum gibi meseleler bir savurganlığa yol açtı hikâyemizde. Metin çözümlemelerinde de öncelemenin yazar ya da sanatçıdan ziyade, “genel içindeki durum” yorumlaması üzerinden oluşmaya başladı. Kesik kesik konuşan kitleler, kısaltmalar, iki nokta alt altalar… Formelden anlamın yapıbozumu ve keşmekeş…

Söyleşilerin tamamını 36. sayımızda okuyabilirsiniz.

Yazının devamını okumak için lütfen satın alınız.

Leave feedback about this

  • Rating

PROS

+
Add Field

CONS

+
Add Field

X