Ben Mehmet Kaplan Hoca’yı ilk defa 1968-1969 öğretim yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü talebesi olarak tanıdım. Hoca derslerine zamanında girer, kolundaki saati çıkarıp kürsüye koyar; işleyeceği konuyla ilgili önceden hazırlamış olduğu küçük bir not defterini önüne açar ama irticalen, talebenin not tutabileceği bir tempoda dersini anlatır; konunun gerektirdiği durumlarda tahtaya bir şekil çizer veya notlar yazar; tam saatinde dersini bitirir ve kürsü üzerindeki saatiyle not defterini alıp dershaneden çıkardı.
Sonraki yıllarda, yani hocanın asistanı olduktan sonra hocayı daha yakından tanıdım. Ben o sırada Fatih’te oturuyordum; hocanın sabahları fakülteye gelişinden önce Necat Birinci ile birlikte, müstahdeme hocanın odasını açtırır, masasını sildirir ve hocanın gelmesini beklerdik. Hoca, genellikle aynı apartmanda oturan Zeynep Kerman Hanım’ın kullandığı Murat 124 marka arabayla fakülteye gelir, biz hocanın elini öptükten sonra hoca kendisine kahve bize çay söyler; hoca kahvesini biz de çaylarımızı içerken, gece okuduğu bir kitap veya makaleden söz eder ve bize sen şu konuda, sen de şöyle bir konuda çalışma yapabilirsin diye yol gösterirdi. Söz konusu bu sabah seanslarına Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü mensubu diğer hocalarım İnci Enginün ile Birol Emil ve tabii Zeynep Kerman da katılırdı.
Hoca bu konuşmalarında gündelik siyasî olaylardan asla söz etmez ve bizlere ara sıra: “Hepimizin özel hayatı ve problemleri olabilir, ama fakülteye gelirken bunları kapının dışında bırakıp içeriye öyle girmemiz gerekir; bu çatının altında bizi ilim, irfan, kitap, okuma-yazma, dersler ve talebeler ilgilendirmelidir!” der ve özel hayatımızla ilgili konulardan bahsetmemize kesinlikle müsaade etmezdi.
Okudukları ve düşündükleri hakkında sürekli denemeler kaleme alan hoca, gece el yazısıyla yazdığı bir yazıyı daktiloya çekmek üzere bize verir, “İfade bozuklukları varsa siz düzeltin, sonra da meselâ Hisar, Türk Edebiyatı veya başka bir dergiye benim adıma gönderin!” derdi; yani hocanın bu şekilde çevresindekilere sonsuz güveni vardı.
Hoca bir de giyim kuşamına yani kılık kıyafetine son derece itina eder ve bizlere de: “Dershaneye girdiğimiz zaman talebe bizim kafamızın içindekilere değil, önce üstümüze başımıza, giyim-kuşamımıza bakar, ona göre kendince bir not verir; ondan sonra anlattıklarımızı dinler; bunun için talebenin karşısına çıkarken kı- lık-kıyafetimize dikkat etmeliyiz!” derdi. Hoca ayakkabısının boyasından kravatının rengine kadar giyim kuşamına son derece itina ederdi.
Hocanın çocukluk ve ilk gençlik yılları büyük zorluklar içinde geçmiş olmasına rağmen lise yıllarında iken keşfettiği Eskişehir’deki Halk Kütüp- hanesi’nin kısa zamanda müdavimi olmuş, o sırada âdeta bir “okuma humması”na tutulmuş. Bu okuma alışkanlığı yüksek tahsil için İstanbul’a geldikten sonra da aynı şekilde vefatına kadar devam etmiştir. Hoca bir de, o yıllarda keşfettiği Fransız filozofu Alain’den “Yazarak düşünme” alışkanlığını edinmiştir. Daha üniversite yıllarında başladığı deneme yazarlığını hayatı boyunca sürdürmüştür. 1939 yılında mezun olduğu İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne asistan olduktan sonra mecburen yapması gereken doktora ve doçentlik çalışmaları için yabancı dillerde okuduğu birtakım metot kitapları sayesinde akademik formasyon edinmiştir.
Doktora tezinin konusu olan “Nâmık Kemal” için o yıllarda geçerli olan hocası Prof. Fuat Köprülü’nün uyguladığı ve daha ziyade “Lanson Metodu” diye bilinen, edebî şahsiyeti devrin siyasî ve sosyal şartları içinde ele alıp değerlendiren metoda göre incelemiş olduğunu görüyoruz. Ancak daha sonraki yıllarda okuduğu Leo Spitzer ve Erich Auerbach gibi Almanlarla bir kısım Fransız yazarlarından stilistik metodunu öğrenmiş ve doçentlik tezi olarak seçtiği Tevfik Fikret’in şiirleri üzerinde psikolojik yöntemin yanı sıra bu metodu uygulamıştır. Bunun için de uzun sayılabilecek bir hazırlık devresinde yukarıdakiler- den başka pek çok Batılı metot kitabı okuduğu anlaşılmaktadır. Arkadaşı Âli Ölmezoğlu’na gönderdiği 13 Nisan 1942 tarihli mektupta bu konuda şunları yazar:
“Fikret mevzuu beni gittikçe sarıyor. Yeni bir stilistik kitabı aldım. İnsan Garp tetkik metotlarına hayran oluyor. Evvelce bir şiir üzerinde söyleyecek söz bulamazken, şimdi söyleyeceklerimi bitiremiyorum. Seminerler benim için iyi bir egzersiz oluyor.”
6 Ekim 1942 tarihli mektupta da, “Tevfik Fikret’e çalışıyorum. O münasebetle modern Fransız şiiriyle ve şiir tekniğiyle epeyce uğraştım. Bununla beraber henüz sabit bir plana varamadım.” der.
2 Aralık 1942 tarihli mektubunda ise konu üzerinde yavaş yavaş da olsa yoğunlaştığı anlaşılmaktadır:
“Fikret için hâlâ iyi bir plan ve metot elde edemedim. Bir taraftan materyal topluyor, diğer taraftan şiir hakkında Fransızca tetkikler okuyorum. Bu dağınıklıktan bir şekil çıkaracağımı çok ümit etmekteyim. Bizzat materyaller plan şemaları ilham ediyor. Bizde hemen hemen her mevzu üzerinde orijinal olmak mümkün. Materyalle Avrupaî metodu birleştirmek kâfi.”
Devamını okumak için lütfen satın alınız.
Leave feedback about this