36. Sayı

Cumhuriyet’in 100. Yılında Hikâyeciliğimizin Kimliği: Türk Hikâyesi mi Türkiye Hikâyesi mi? – Prof. Dr. Şaban Sağlık

 

“O bir hikâye, alınyazısı değil…”
Mustafa Kutlu

Bir edebiyat türü olmanın dışında hikâye o kadar çok bağlamda kullanılmaktadır ki, neredeyse “dil” ve “konuşma” gibi kavramların yerini almış gibidir. “O hikâye öyle değil…”, “Bana şu olayın bir hikâyesini anlat bakalım!..”, “Filmin hikâyesini çok beğendim.”, “Bana hikâye anlatma!..”, “İşin gücün hikâye!..” gibi deyim ve söyleyişler hemen her gün duyduğumuz cümleler arasındadır. Ancak burada hikâye kelimesini biz “sanat” kavramının yerine kullanacağız. Sanat bağlamında ele alacağımız hikâye için de şöyle bir görüş ileri süreceğiz: Bütün sanatlar bir hikâye anlatır. Kıssada, menkıbede, masalda, destanda, tiyatroda, sinemada, resimde, karikatürde, müzikte, romanda, şiirde… Velhasıl bütün sanatlar insanın hikâyesini anlatır. Burada bir adım daha ileri gidip, şunu da iddia edebiliriz: Batı medeniyetinin “felsefe” ile yaptığını biz “hikâye” ile yapmışız. İşte bu yüzden medeniyetimiz için “hikâye (kıssa) medeniyeti” diyoruz.

Her ne kadar modern zamanlarda belirli bir itibar erozyonu yaşasa da medeniyetimiz hâlâ bir “hikâye medeniyeti”dir. Modern zamanlarda çokça kullanılan ve hikâyenin itibar kaybetmesine örnek vereceğimiz “Bana hikâye anlatma!..”, “Bana masal okuma!..”; “Geç bunları, bunlar hikâye, bana gerçeği anlat!..” şeklindeki sözler olsa da medeniyetimiz hikâyeye olan bağlılığını bir şekilde sürdürmektedir. Değişen sadece hikâyenin şeklidir. Televizyon dizilerinin hâlâ revaçta olması, hatta sıkışınca hâlâ bir Nasrettin Hoca ya da Temel fıkrasının imdadımıza yetişmesini hikâye medeniyetinin yaşamasından başka nasıl izah edeceğiz? İnsanlar bilhassa günümüzde neredeyse hemen her anlarını kayıt altına almak istiyorlar. Özellikle facebook, instagram ve twitter… Kısaca cep telefonu… Bu alet kameraman, fotoğrafçı yardımı gerekmeden adına selfie (özçekim) denen yaygın kullanımla âdeta her an hikâye üretiyor. İnsan artık hem oyuncu hem yönetmen hem kameraman hem de senaryo yazarı olarak âdeta “tek kişilik bir kadro” şeklinde hikâyelerini biriktirmeğe ve kayıt altına almağa devam etmektedir. İster yazılı ister görsel olsun, insanlar hep hikâye peşinde.

Hikâye neden bu kadar önemli ve etkileyicidir? Daha doğrusu medeniyetimiz hikâyeye böylesine neden değer vermiştir? Modernizmin hikâye kavramına itibar kaybettirdiğini söylemiştik. Bu manada hikâye “gevezeliğin”, “sözü lüzumsuz yere uzatmanın” ve “boş konuşmanın” bir ifadesi olarak algılanmış. Oysa bizim kastettiğimiz hikâye, sözü uzatma değil tam tersine kısaltma anlamına gelmektedir. Yani hikâye “sözün nektarı (özü)”dır. Bu yönüyle de edebiyat (özelde şiir) kavramının içerdiği “az sözle çok şey anlatma” tanımına uymaktadır. Bir de hikâye ile insan “söylenemeyeni söyleme” imkânını bulur. Ne demektir “söylenemeyeni söyleme?” İnsan günlük hayatında pek çok kısıtlama ile karşılaşabilir. İşte bu kısıtlama yüzünden pek çok şey insanın “içinde” kalır. “İçinde ukde kalmak” deyimi bu bağlamda meramını (hikâyesini) anlatamamak demektir. İnsan neden her şeyi açıkça konuşamaz ya da anlatamaz?.. Bir kere, insanın ifade etmekte zorlandığı konuşma, “din” açısından “günah” ya da “haram” kavramıyla ifade edilebilir. Yine insanın konuşması ya da anlatımı, devletin yasaları açısından da “suç” teşkil edebilir. Bunun gibi kısıtlayıcı gerekçelerle insan çoğu zaman konuşamaz ya da meramını ifade edemez; âdeta suskun kalır. İşte burada hikâye günah, haram, suç gibi bir engele takılmadan insanın meramını anlatabilmenin yolunu açar. Nasıl mı? Bu sorunun tek kelimelik bir cevabı vardır, o da “hikâye.” Bizim hikâye dediğimiz kavram için Batı medeniyeti “metafor” terimini tercih etmektedir. Tanpınar ise aynı durumu “istiare” kelimesiyle karşılar ve şunu söyler: “Allah insanı yaratırken yanında aletlerinden birini bıraktı: İstiare. İstiare, hilkatin aletidir.”[1] Bu yönüyle hikâye ilahi (Tanrısal) bir kavrama dönüşür. Çünkü Tanrı’ya göre hiçbir şey zor (imkânsız) değildir. O, bir şeyin olmasını dileyince “kün-fe-yekün” der; yani “ol der ve olur.” Aynı şeyi sanatçı metaforla (hikâye ile) gerçekleştirir. İşte bu yüzden hikâye için “söylenemeyeni söyleme” gücüne sahiptir, diyoruz.

Hikâyenin bu işlevinden dolayı olsa gerek, Doğu insanı pek çok işini yüzyıllarca “hikâye”lerle halletmiştir. İletişim aracı hikâyeler olmuş, terapi aracı hikâyeler olmuş, eğlence aracı hikâyeler olmuş, fikir edinme ve eğitilme aracı da hep hikâyeler olmuştur. Çocukların dünyasındaki masallar da bu durumun başka bir ifadesi değil mi?..  Bu açıdan bakınca, Allah’ın (C.C.) kutsal kitaplarda neden kıssalara geniş yer verdiği de daha bir anlaşılmaktadır. Yusuf Kıssası’nın neden Kur’an-ı Kerim’de “ahsene’l-kasas” olarak nitelendirildiğini de anlıyoruz. “Ahsene’l-kasas” ise “kıssaların (hikâyelerin) en güzeli” demektir. Yine bu bağlamda Mantıku’t-Tayr, Mesnevi (Mevlâna), Kelile ve Dimne, Binbir Gece hikâyeleri, Nasrettin Hoca fıkraları, İncili Çavuş fıkraları gibi Doğu anlatılarının hep neden gündemde olduğu da anlaşılır olmaktadır.

Hikâyenin daha başka işlevleri de var elbette. Biraz da onlara değinelim: Mesela, hikâye, öncelikle “kurgu”dur. İnsan neden kurguya başvurur? Hayatındaki bir eksiklik, yarım kalmışlık ya da problem yüzünden değil mi? Hikâye kurgu boyutuyla insandaki eksiklik, yarım kalmışlık ya da problem hâlinden kurtulmaya yardımcı olur. Çocuk, oyuncakları ile oynarken ilk kurguyu yapar: Bozulan oyuncağı yeniden yapmak… Çocuk neyi eksik görür ya da elindeki oyuncakta neyi bulamaz da yeni bir arayışa girer? Bu işlev için ayrıca kurgunun insandaki “arayış yeteneğini güçlendirme”si de diyebiliriz.

Masal, çocuğun kurgu yeteneğini en çok kışkırtan şeydir. Dinlediği masal çocuğa “iyi”ler ve “kötü”ler gibi bazı “seçenekler” de sunar. Bu hem kahramanla özdeşleşme hem de kendini değiştirme (iyi olanı seçip onun safında yer alma) anlamına gelir. Buna da “kurgunun insanı değiştirme/başkalaştırma (eğitim) işlevi” diyebiliriz. Burada “çocuk”un yerine “sanatçı” kavramını koyalım; sanatçı, yaşadığı sürece hep bir eksiklik, yarım kalmışlık ya da zafiyetle kuşatılmış gibidir; bu kuşatmayı ancak kurgu yaparak yok edeceğine inanır. Buna da “kurgunun ‘insanı rahatlatma’sı”, “sorun çözücü” olmasa da “sorun çözücü gibi bir işlev içermesi işlevi” diyelim. Burada bu işlev için Aristo’nun “katharsis” kavramını kullandığını da hatırlatalım.

Hikâyeler hep bir “kahraman” etrafında dönerler. Sinemada “film kahramanı”, tiyatroda “oyun kahramanı”, destan kahramanı, masal kahramanı vs. Hiçbir insan bir kahramansız yapamaz. İnsan bu ihtiyacı nasıl giderir? Kimi dedelerini/ninelerini, kimi tanıdığı ya da hayran olduğu bir başkasını, kimi de herhangi bir aile büyüğünü kendine örnek alır. “… gibi olmak” ya da günümüzde kullanılan “idol” kavramı da insanın kahramana (model insan, örnek insan) olan ihtiyacını ifade eder. Bu da “kurgunun yönlendirme işlevi”dir.

Hikâyenin en önemli işlevlerinden biri de “arketip” kavramıyla ifade edilen boyuttur. “Arketip”, “ilk örnek” anlamına gelir. Yerine göre “temel kaynak” ya da “en doğru model” gibi anlamları da vardır. Mesela menfaat için kardeşin kardeşi öldürmesinin ilk örneği “Kabil’in, kardeşi Habil’i öldürmesi”dir. İki İslam ülkesinin arasındaki savaş bizi Kabil’in Habil’i öldürmesi arketipine götürür. Günümüzde maalesef Orta Doğu’da her gün Kabiller Habilleri öldürmeye devam ediyorlar. Bu olumsuz arketiptir. Bir de olumlu arketipler vardır. Kurgunun bu işlevi için, “kültür ve medeniyetimizin olumlu ve olumsuz modellerini hatırlatma işlevi” diyebiliriz.

[1] Güler Güven, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. İst. 2004, s. 55.

 

 

Yazının devamını okumak için lütfen satın alınız.

Leave feedback about this

  • Rating

PROS

+
Add Field

CONS

+
Add Field

X