31. Sayı

Bir Özveri Hikâyesi – Ramazan Dönmez

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Anadolu’nun ücra bir köyünde doğmuştu Şık Ahmet. Ailenin ilk çocuğuydu. “Şık” lakabı ona babasından intikal etmişti. Zira babası “Osmanlıca” yazıp okuyabiliyor, vakit namazlarını kılıyordu; sakalı da vardı. Bu üç özelliği nedeniyle köylüleri ona “Şeyh Baba” anlamında “Şık Baba” derlerdi. Aslında ne şıklığı ne de şeyhliği vardı. Toprakla örtülü evlerinin önünde küçük bir bostan, çevresinde çeşitli meyve ağaçları, iki zebun öküz, bir çelimsiz inek, bir topal eşek, üç beş keçi, birkaç tavuk, bakırdan bir çorba kazanı ve birkaç da yemek kabı… Varlıkları bundan ibaretti. Yatak olarak ise, ata yadigârı birkaç mitil… Diğer taraftan, Ahmet’in art arda kardeşleri dünyaya geliyordu. Zira “nüfus planlaması” henüz girmemişti ülkeye!

Nihayet, iki odalı daracık toprak evde çocuk sayısının on’a yükseldiği günlerde Ahmet’e celp kâğıdı geldi: Falan gün askerlik şubesinde olacaktı. O güne kadar köy sınırları dışına çıkmamış, köyünün bağlı olduğu ilçeyi bile görmemişti Ahmet. Ancak askerlik vatan borcu idi ve mutlaka ödenmeliydi. Yırtık sökük elbisesiyle ilçenin yolunu tuttu ve belirlenen günde utana sıkıla askerlik şubesine geldi. İki bin nüfuslu ilçe, Ahmet’in gözüne çok kalabalık görünmüştü. İlçede üç katlı evler bile vardı! Askerlik şubesine geldiğinde onbaşı hemen kimlik sordu. Ahmet, komutandan duyduğu her talimattan sonra “Peki efendim!” diyordu. Onbaşı derhâl uyardı: “Burada efendim yok, ‘komutanım’ diyeceksin!” Ahmet, “Peki efendim, özür dilerim, komutanım.” diyerek vaziyeti düzeltmeye çalıştı. Zira onun gözünde jandarma, devletin ta kendisi idi. Ve devlete de sadece itaat edilirdi.

Karakol komutanı, Ahmet’e, teslim olacağı askerî birliği gösteren yazıyı verdi ve ne zaman teslim olacağını anlattı. Buna göre Ahmet, İstanbul-Beykoz Acemi Birliğine teslim olacaktı. Koşar adımlarla köyüne döndü, ana babasının ellerini öptü ve tekrar ilçeye gitti. Bir an önce il’e varmalı, tren biletini alıp birliğine yetişmeliydi. Aksi hâlde terhisi gecikebilirdi. İşlerini alelacele tamamladı ve trene bindi. Gurbete çıkmanın acısı, yüreğini derinden yakmaya başlamıştı. Acaba bu gidişin bir de dönüşü olacak mıydı? İki koca yıl biter miydi? Terhis günü daha şimdiden gözünde tütmeye başladı. Hâlbuki terhisini alıp da bir an evvel dönmeyi düşlediği köy, Türkiye’nin “kuş uçmaz kervan geçmez” yörelerinden biriydi. Ama ne de olsa insanın doğup büyüdüğü yer bir başkaydı.

Ahmet, kara trenle yaptığı bu duygulu gurbet yolculuğunu, bir gün sonra Haydarpaşa Tren Garında tamamladı. Burası kendi köyünden ne kadar da farklıydı: Üzerinde dağ gibi gemilerin seyrettiği masmavi denizin dalgalarıyla kucaklaşıp duran sıralı köşkler, boğazda çalımla uçuşan martılar, köyünün gariban, henüz kırklı yaşlarında avurdu çökmüş şalvarlı insanlarına hiç de benzemeyen fötr şapkalı beyler, kürk mantolu hanımlar… Taşralı olduğu besbelli olan Ahmet, bu manzarayı bir müddet hayran hayran seyrettikten sonra kendini toparladı ve avucunun teriyle iyice ıslanmış olan kâğıdı, gördüğü her insana okutup adres sorarak acemi birliğini buldu ve vaktinde teslim oldu. Hemen saçları üç numaraya verildi, asker elbiseleri giydirildi. Derken, “Yat, kalk, sürün, hazır ol, mıntıka temizliği yap!” talimleriyle acemilik eğitimi -zor da olsa- tamamlanmış, “usta askerlik” dönemi başlamıştı. Artık özellikle “hemşehri” olanlar buluşup konuşabiliyor, asker elbiseleriyle fotoğraflar çektiriliyordu. Ne de olsa memleketlerine döndükten sonra, bu fotoğraflara bakıp “Ben askerde iken…” diye başlayan nice hatıralarla, dinleyenlerine neşe dağıtacak ve askerlik tecrübelerini paylaşacaklardı. Artık haftada bir de çarşı izinleri vardı. Bir asker için bu, ne büyük mutluluktu!

Ne var ki Ahmet’e memleketinden para gelmiyor, o da arkadaşlarına çay ısmarlayamadığı için mahcup oluyordu. Bu nedenle kantine uğramaz, çarşıya da çıkmaz olmuştu. Ahmet’in bu durgun hâli, ilçe sınırları birbirine yakın olduğu için “hemşehri” bildiği Develili Naci Billur’un dikkatini çekmişti. Ahmet’e sordu: “Üzgün görünüyorsun, neyin var tertip?” Ahmet, “Param yok.” demek yerine, “Babamdan mektup gelmiyor, endişeleniyorum.” diyebildi, arkadaşının yüzüne bakamadan. Naci, “Bana da mektup gelmiyor. Posta işlerini biliyorsun, bazen aylarca gecikebiliyor, üzülme! Ama paraya ihtiyacın varsa bende olanı bölüşebiliriz.” dedi ve hemen iç cebinden çıkardığı iki onluktan birini Ahmet’in cebine sıkıştırdı: “Paran gelirse, borcunu ödersin, gelmezse helâl olsun!”

Naci’nin bu olağanüstü bonkörlüğü, Ahmet’te hayranlık uyandırmıştı. Demek “Veren el, alan elden gerçekten üstünmüş.” dedi. Varlıklı bir ailenin çocuğu olmalıydı Naci. Zira o dönemde bir askerin cebinde iki onluk bulunması ve bir onluğunu ısrarla arkadaşına vermesi, onun varlıklı ve özellikle de cömert olduğunu gösteriyordu. Şık Ahmet’in morali bir hayli düzelmişti. Arkadaşlarına yeniden yaklaşmaya başladı. Artık onlarla çarşıya çıkabiliyor, çay ısmarlayabiliyordu! Öte yandan, askerî disiplin tavizsiz devam ediyordu. İçtima, mıntıka temizliği, ot yolma, yürüyüş talimi, kule ve botluk nöbetleri, silah temizleme, tüfek çatma ve atış talimi… Derken terhisleri de yaklaşmıştı: Tamı tamına 28 gün, 11 saat, 20 dakika kalmıştı! Artık dönem arkadaşlarıyla gün sayıyor ve heyecanla hazırlık yapıyorlardı. Nihayet bir çarşamba sabahı içtima sahasında veda konuşması yapmak üzere, komutanın gelmesini beklemeye başladılar. Ve bir kıdemli asker “dikkat” çekti. Komutan gelmişti. Merhaba asker! Sağ ol! Komutan, “Evlatlarım…” diyerek başladığı konuşmasını, “Vatan size minnettardır. Hakkınızı helal edin, ailelerinize bizden selam götürün!” diyerek tamamladı. Askerin yüksek sesle hep bir ağızdan söylediği “Sağ ol!” selamlaması sonunda, ortalığı müthiş bir sessizlik kaplamış, herkes duygusallaşmıştı. Askerler sevinç gözyaşlarına mani olamıyordu. Tıpkı iki sene önce babaları onları askere uğurlarken gözyaşlarına hâkim olamadıkları gibi.

 

Devamını okumak için lütfen satın alınız.

Leave feedback about this

  • Rating

PROS

+
Add Field

CONS

+
Add Field

X