BEN VE BEN – Salâh Birsel
Sabahları uyanıp da, daha yatakta, akıl tasımın kapağını kaldırdığım vakit binlerce fırtlak ve zırtlak düşünce, bir gün önce ya da daha eski bir zamanda gönül gözüme takılmış tırandaz bir deniz parçası, çırpı bacak bir satıcı, kargacık-burgacık bir Fransızca ile yazılmış bir mektup, bir kitap cildi, sopalanmış bir köpek, cırtlak sesli bir dolmuş şoförü, kendi halinde bir pimpirik, üstü başı akmış ama yine de dilenmeyen bir yoksul, topluca, ya da birer birer içeri atlayıp beynimi mıncıklamaya başlar.
Saat sekiz ya da dokuzdur.
Gece, ikide yatılmış, bir süre sonra uyanılıp saatin üç buçuk olduğu kestirilmiş ve elektrik feneri yakılıp bakılınca da saatin üç buçuk olduğu saptanmıştır. Daha sonra dört buçuk ve yedi buçukta da uyanılmış ve saatin yine kestirildiği gibi olduğu görülmüştür. Artık yeniden uyku tutmayacağı anlaşıldıktan sonra ise hemen kalkılmamış, en aşağı bir saat dış dünyanın saldırısına kucak açılmıştır.
Bu beklenti saatleri, önceki günlerde başlanmış ama daha bitirilmemiş bir yazının yada Salâh Bey Tarihi’nin -gerçekte yakası beyaz ipek işlemeli parçalarının- tezgâhlandığı saatlerdir. Sekiz rüzgâra karşı balık istifleri sağlanınca hemen yazı masasına koşulacak ve yazıya taze kan verecek tümceler hemen kâğıda dökülecektir. Yada aynı saatlerde, yeni bir denemenin afyon ve tiryakı hazır edilecektir.
Ne ki, bu uyanmalar öyle her vakit şekerpare dakikalara meydan verecek nitelikte değildir. Kimi zaman da kendimi öfke atına binmiş olarak yakalarım. Bütün tızmantırıllar, bütün meyvesiz söğüt ağaçları, bütün kıskanç köpekler, bütün üçkâğıtçılar, bütün tavcılar, bütün şiir arakçıları kısacası bütün kötü yazarlar bu öfke alabandasından payını alır. Kendimi başka işlere sürsem de bu köpürmeler ve höpürmelerden kolay kolay kurtulamam.
Haa, uğurlu ve doğurgan sabahlara doğru yazı masasına koşmamın bir başka nedeni daha vardır. Aramızda kalsın, mideme bir şeyler tıkıştırmamışsam kafam daha iyi parıldar. Kan dolaşımı beynimin in-cin top onayan köşelerine bile uzanmaktan çekinmez. En evranoslu, en ardanoslu yazılarımı hep bu saatlerde yazarım. Duygulu insanın aç insan olduğunu da bu saatlerde çakmışımdır. Gelgelelim, kalemi elime almadan önce yazılarımdan hiç değilse yarım sayfa okuyup kendimi islim üzerine getirmem gerekir. Çünkü, bir sır değildir, beni kendi yazılarımdan başkası coşturamaz.
Burada acı bir haber de yatmaktadır. Aç-köpek yöntemi uygulansa, uygulansa bir saat uygulanır, bir saat geçti mi kafanızın pedavra tahtaları birbirinden ayrılmaya, koskoca temel çivileri kürdanlar gibi kırılmaya başlar. Ama bunun böyle olması da gereklidir. Yoksa başyapıtların yazılması çok kolaylaşır, vede it sürüsü kadar Marcel Proust, it sürüsü kadar James Joyce yetişmiş olur. Bu da dünyanın batması demektir.
Uzatmayalım, açlık çölünü aşınca mutfağa koşar küçük bir kahvaltıdan -bu. çokluk öğle yemeği gibi bir şeydir, üstelik öğle yemeğine de çağrılar çıkarır- sonra Bostancı’nın yolunu tutarım. Kış aylarında sığınağım Bostancı vapur iskelesindeki eciş-bücüş kahvedir. Yazın ise istasyonun yanındaki çınarlı kahveyi yeğlerim. Buranın her yıl mayısta ilk açıldığı günü de hiç atlamam.
Dönüşte yine masamın başındayımdır. Kahvede ve yolda geçen zaman kafamda yeni pencereler açmıştır. Onlardan içeri dolan rüzgârı hale yola koymaya çalışırım.
Bakın, öğle sonrası tumbaları bir yazar için lüks bir şeydir. Ama sıkı çalışmalar birbirini kovaladığı vakit -yaşlılığı da hesaba katmayı unutmayın- tumbaları hiç mi hiç savsaklamam. Hoş, bu çalışmamın içinde yer alan bir şeydir. Benim için tumba, bir saat boyunca gözlerimi kapalı tutmak ve aklımı yazdıklarımda gezdirmektir. Bu süre içinde öyle çıtırpıtırlar devşiririm ki onlarla yazıda yeni menekşeler açtırırım.
Bütün bunlar, akşamüstülerin o kanatsız kuş durumu dakikalarına kavuşmak içindir. Gerçi zaman zaman, uykusuz geçirilmiş bir gecenin ferdasındaki kuşluk vaktinde, yada öğleyin ağır bir yemekten sonra da, yani hiç beklenmedik, hiç umulmadık bir anda da insanın kafası zikzaklı danteller üretmeye geçer ama kafanın ikindi çalışması hiçbir şeye benzemez. Şeyh Davut kuşağından Selahattin Eyyubi’nin başından geçen serüvenler bile bu kadar gıygıylı değildir.
Akşamları ise çokluk televizyonun karşısına kurulurum. Nedir, bu, televizyondaki diziyi yada eğlence keşişlemesini izlemek için değil, zihnimi daha iyi toparlamak içindir (Boğaziçi Şıngır Mıngır’m adı, Colombo seyredilirken bulunmuştur). Kendi üzerime gözlemleri de çokluk bu saatlerde elde ederim. Şu unutulmamalı ki, dünyanın en güç işi, insanın kendi üzerine gözlemde bulunmasıdır.
Bir deneme sona erdiği zaman da -Salâh Bey Tarihi bitmek, tükenmek bilmez- kendime iki gün izin veririm. Jale’yi -o, yazılarımda adının geçmesini istemez ama burada lafımın mecburuyum- yanıma kattığım gibi Kavaklar, Adalar, Harem, İstanbul’un altını üstüne getiririm. Bu yolculuklarda Jale ile ortak bir sevincimiz vardır. Boyuna hoşlandığımız, gözümüze kestirdiğimiz evleri, özellikle de yalıları satınalırız. Hem de büyük paralar sayarak. Şimdiye değin aldığımız yapıların sayısı belki bini aşmıştır. Çünkü bir günde birkaç ev birden satınaldığımız çok olur.
(Amerikalı Tolstoy, s. 61)
Yazılan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Suç teşkil edecek yazılardan dolayı edebice.net sorumlu tutulamaz.
Henüz yorum yok.
Bu yazıya yorum yapabilirsiniz.