Genel

Mehmet Akif’in Türk Milletine Hizmetleri*

Mehmet Akif Ersoy tam olarak kimdir? Bir şair, bir yazar, bir baytar, bir siyasetçi, bir fikir adamı, bir propagandacı, bir din adamı… Mehmet Akif, bunlardan hangisidir? Akif bu sayılanlardan hepsi olduğu gibi, erdemli, ahlâklı, vatansever, ilkeli, inançlı, sabırlı, milliyetçi, İslamcı bir tefekkür ve iman eridir? Bu sıfatlar onu ifade için abartılmış sıfatlar değildir. Onun hayatı okunup araştırıldıkça bu sıfatların hepsini layıkıyla hak ettiği görülecektir. Zaten şu ifadeleri söylediğimizi duysa yahut bir şekilde aramızda olsa, “lütfen bana hak etmediğim vasıfları tevcih etmeyiniz, ben bunların hiçbirini hak etmiyorum” diyebilecek kadar da alçakgönüllüdür.

Akif’in bilinen hayat hikâyesinin detayına fazlaca girmeye gerek yoktur. Akif, İstanbul, Fatih’te Sarıgüzel semtinde İpekli Temiz Tahir Lakaplı müderris Tahir Efendi ile, Buhara Türklerinden Mehmet Efendi’nin kızı Emine Şerife Hanım’ın çocuğu olarak hicri 1290 (miladi 1873)’te doğmuştur. Asıl adı Mehmet Ragif’tir. Ragif’in “Akif” olması da biraz söyleyişle ilgili. İnsanlar Ragif’in yanlış teleffuz edildiğini sanarak çocuğa “Akif” diye çağırmaya başlarlar. Oysa babası ebced hesabıyla doğum tarihini (rı=200, gayın=1000, ye= 10, fe=80 toplam: 1290)) verdiği için bilinçli olarak çocuğa Ragif ismini koymuştu.

O dönemin tüm çocukları gibi mahalle mektebine giden Akif, daha sonra sırasıyla Fatih ilkmektebine, Fatih Merkez Rüştiyesine ve Mülkiye İdadisine gider. İdadinin (bugünkü lise) ardında Mülkiyenin idadi kısmından sonra yüksek kısmına geçer. Ancak babası bu okulu bitiremeden vefat edince (1888), gündüzlü okuma imkanı olmayan Akif, yine o sıralarda açılan ve mezunlarına hemen iş bulma vaadinde bulunan Mülkiyenin Baytar Mektebine (Halkalı Ziraat ve Baytar Mektebi) kaydolur ve bu okulu 1893’te birincilikle bitirir. Hiç vakit kaybetmeden Maadin ve Ziraat Nezaretinde Müfettiş yardımcılığı görevi ile işe başlar.

Akif bu görevinde iken, Rumeli, Anadolu ve Arabistan’ın birçok yerini görev gereği gezer ve bu seyahatler ona müthiş bir gözlem gücü ve aynı zamanda İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu yakından tetkik eme fırsatı verir.

1898’de Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlenir. Akif’in bu evlilikten 3 kızı ve 3 oğlu dünyaya gelir. Oğullarından İbrahim küçük yaşta vefat eder. Kızları Cemile, Feride ve Suat Hanım. Akif’in büyük oğlu Emin 24 Ocak 1967’de bir kamyon kasasında ölü bulundu İstanbul’da, küçük oğlu Tahir de 2000 yılına kadar yaşadı o da bir hastanede hayatını kaybetti.

Meşrutiyet’ten Sonra Âkif

O dönemin birçok aydını gibi II. Abdülhamit’in basına ve siyasete uyguladığı sansürden Mehmet Akif de rahatsızdı. 1908’de meşrutiyet ilan edildikten sonra oluşan nispeten özgürlük havasında Eşref Edip’in sahibi olduğu Sırat-ı Müstakim dergisinde başyazar olarak yazmaya başladı. 31 Mart vakasından sonra 2. Abdülhamit tahtan indirilmiş, yerine Mehmet Reşad (V. Mehmet) tahta çıktı. Osmanlı bu tarihten sonra hızlı bir çözülmenin içine girmiş, Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları peş peşe patlak vermiş, sonuç olarak Osmanlı hepsinden yara alarak çıkmış, Birinci Dünya Savaşı sonunda da herkese malum olduğu üzere Anadolu işgal edilmeye başlanmıştı.

Mehmet Akif gerek sırat-ı müstakim (daha sonra bu derginin ismi Sebilürreşad olacaktır) dergisinde yazdığı yazı ve şiirlerle gerekse cami kürsülerinde verdiği vaazlarla milletinin ve devletinin içine düştüğü duruma isyan etmiş, milleti nifak ve tefrikalara karşı uyarmıştır. Örneğin Balkan faciası sırasında verdiği vaazdan alınan şu cümleler onun çok yerinde tespitleridir:

“Allah’tan sonra yegâne istinadgâhımız olan o koca orduyu senelerden beridir, isyan bastırmaya, memlekette kol kol olmuş tefrika yangınlarını söndürmeye mecbur etmek ıztırarında (zorunda) kalmasaydık, askerimiz için böyle bir muvaffakiyetsizlik tasavvur olunabilir miydi? “

“Bizi düşmanımızın kuvve-i külliyesi (bütün kuvvetleri) perişan etmedi; belki onların taliâları (öncüleri) başımıza bu felaketi getirdi. O talia ne idi biliyor musunuz? Ordularından –senelerce- evvel hududumuzun dahiline soktukları tefrika idi.”[1]

Yine Akif Balkan faciası sebebiyle şiirlerinde de haykırır, yaş döker:

“İlahi şer-i ma’sumun bu topraklardı son yurdu

Nasıl teyid-i kahrın en rezil akvama vurdurdu

Evet, milletlerin en kahbesinden üç leim[2] ordu

Gelip tâ sinemizden vurdu, hem nasıl vurdu:

Ki istikbâl için çarpan yürekler ansızın durdu[3]

Denilebilir ki milletin o felaketli günlerinde Akif kadar hiç kimse feryâd edip gözyaşı dökmemiştir[4]

Balkanlardaki yangın daha sönmeden Birinci Cihan harbi patlak verir ve ordumuz toparlanamadan kendini savaşın içinde bulur. Birinci Cihan Harbinde Mehmet Akif’e önemli görevler verilmiştir. Harbiye Nezaretine bağlı olarak çalışan Teşkilat-ı Mahsusa önce onu Berlin’e daha sonra da Ceziretül Arab’a (Arabistan yarımadası) gönderdi. Birincisinde görevi Almanların esir ettiği İtilaf Devletleri safında savaşmış Müslüman askerlere Osmanlının da Müslüman olduğu bu sebeple aynı dine mensup olanların birlikte mücadele etmeleri, düşmanın amaçlarına hizmet etmemek gerektiğini anlatıyordu. Mehmet Akif Berlin’de bulunduğu sıralarda Çanakkale Savaşı cereyan ediyordu. Akif, bu savaşı ruhunun en derinliklerine kadar duyuyor ve heyecandan gecelerce uyuyamıyordu. Hepimizin bildiği meşhur “Çanakkale Şehitlerine” şiiri Akif’in o günlerde Berlin’de yazdığı şiiridir.

Mehmet Akif, Berlin’den dönünce İstanbul’da çok duramadan Teşkilat-ı Mahsusa kendisine yeni bir görev daha vermişti: Şerif Hüseyin, Osmanlıya karşı isyan etmiş, kıvılcım tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Şerif Hüseyin’in karşısında yer alan Araplarla görüşmek ve onların Osmanlıya bağlılığını pekiştirmek göreviyle Arap Yarımadasına gelen Akif, İslam dünyasının içine düştüğü durumu bu seyahatte daha iyi görecek ve o meşhur “Necid Çöllerinden Mediney’ye”[5] şiirini bu seyahatte yazacaktır.

Ne Türk ordusunun kudreti ne de M. Akif’in nefesi birinci dünya savaşından mağlup çıkmamıza engel olacaktır.  Osmanlı, İtilaf Devletleri ile Mondros’ta ateşkes antlaşması imzalayarak teslim olur. (30 Ekim 1918) Akif İstanbul’a dönünce kendisine Dar’ül Hikme’de (Osmanlının son dönemlerinde kurulmuş bir tür ilmi müessese, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyye)  görev verilir. Akif’in burada da Türk milletine karşı önemli hizmetleri olacaktır zira, Kuvayi Milliye’ye karşı yayın yapması için bu kurum kullanılmak istenmiş, ancak Âkif, buradaki görevi esnasında bu yayınlara müsaade etmemişti.[6]

Kurtuluş Savaşında Mehmet Akif:

Birinci Dünya savaşı sona ermiş ve memleket yavaş yavaş işgale başlanmıştı. Bu sıralarda ülkede çeşitli kurtuluş çareleri aranıyor, mandacılık bile teklif ediliyordu. Sebilürreşad dergisinden haykıran Akif, bu fikri savunanlara şiddetle karşı çıkıyordu:

“Türklerin 25 asırdan beri İstikl3allerini muhafaza etmiş bir millet oldukları tarihen müsbet bir hakikattir. Türkler İstiklâlsiz yaşayamaz.”[7] diyerek itirazını ifade ediyordu.

Biz Mehmet Akif’in Kurtuluş Mücadelesine Ankara’da başladığını zannederiz Oysa o, Mustafa Kemal Paşa kendisini çağırmadan önce –Yani İzmir İşgalinin sonrasında, İzmir’in işgali 15 Mayıs 1919) – Kuvayi Milliye’nin ilk vücud bulduğu yere yani Balıkesir’ e giderek orada Zağanos Paşa Camii’nde halkı harekete çağırdı, ümitsizliği bırakın, kımıldanın diye haykırdı. Sebilürreşad dergisi, gizli açık demeden milli kuvvetler yararına neşriyat yapıyor, Anadolu’ya geçenlere yardımcı oluyordu. Nihayet Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine Ali Şükrü Bey ve Mehmet Akif, yanına oğlu Emin’i alarak zorlu bir yolculuktan sonra Ankara’ya gelirler. Atatürk, Mehmet Akif’in Ankara’ya gelmesine çok sevinmiş, kendisine bizatihi teşekkür etmiştir.  Mehmet Akif’in tıpkı Teşkilatı Mahsusa’da olduğu gibi TBMM hükümetinde de benzer yararlılıkları olmuştur. Ankara hükumetinin ihtiyacı olan propaganda ve moral desteği bu vesileyle bulunmuş, Mehmet Akif, Ankara’nın bir nevi manevi cephesini oluşturmuştur. Konya’da isyan hareketleri başgösterince Mehmet Akif Konya’ya gitmiş, oradaki halka milli mücadele lehine vaaz ve nasihatlerde bulunmuştur. Yine Sebilürreşat İstanbul’dan Ankara’ya gelmeden önce Kastamonu’da yayına başlamış, bu vesileyle Akif, Kastamonu’ya gitmiş orada Sevr antlaşmasının öldürücü maddelerini Nasrullah camiinde halkın anlayabileceği bir dille anlatmıştır. Nasrullah Camiinde söyle seslenmişti cemaate:

“Milletler topla, tüfekle, zırhlı ile ordularla teyyarelerle yıkılmaz. Milletler ancak aralarındaki rabıtalar çözülerek herkes kendi başının derdine, kendi havasına, kendi menfaatine, kendi menfaatini temin emek kaygısına düştüğü zaman yıkılır.”[8]

Mehmet Akif’in camilerde verdiği vaaz ve hutbeler Sebilürreşat marifetiyle tüm Anadolu’daki vilayet, mutasarrıflıklara, sancaklara gönderildi. Bu vaaz ve hutbeler birçok toplantı ve camide okutuldu. Böylelikle, İstanbul’daki ayrılıkçı ve Milli Hareket düşmanı neşriyatın Anadolu’daki etkisi de kırılmış oluyor, halkın Ankara’ya olan güveni sağlamlaşıyordu.

İstiklâl Marşı ve Âkif

Ankara hükümeti hem orduya hem de millete moral vermek, Ankara Hükümeti’nin resmiliğini perçinlemek amacıyla bir milli marş müsabakası açar. Bu müsabakaya 724 şiir gönderildiğini Eşref Edip kitabında nakleder.[9] Ancak Maarif Vekaleti, gönderilen şiirler içinde İstiklâl Marşı olabilecek kudrette bir şiir bulamayınca özellikle Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mehmet Akif’İn bu yarışmaya katılmadığını fark eder ve kendisinin (m. Akif’in) para karşılığında milletine marş yazmayacağını öğrenir ve bunun bir şekilde halledileceğini söyleyerek M Akif’i marş yazmaya razı eder. Mehmet Akif bu şiiri Taceddin Dergahına kapanarak 10 günde yazar ve komisyona teslim eder. Şiir 17 Şubat’ta Sebilürreşad’da yayımlanır. Şiir 1 Mart’ta Meclis kürsüsünden Hamdullah Suphi Bey tarafından okunmuş ve 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45’te yapılan görüşmede resmen kabul edilmiştir.[10]

Bunda sonrası malum, vatanımız düşman işgalinden kurtulur ve Mehmet Akif Mayıs 1923’te dostu, can yoldaşı Eşref Edip’le İstanbul’a döner. Bu dönüş başka bir hicranın da habercisidir ve İstanbul’da da çok duramayan Akif, dostu Abbas Halim Paşa’nın yanına Mısır’a gider. Burada 11 yıl gönüllü sürgün kalır ve 1936’da hasta olarak yurda döner. 27 Aralık 1936’da baki âleme göç eder.

Âkif Kimdir?

Mehmet Akif,

Gönüllü sürgün,

Ahlâk abidesi,

İyi bir hatip ve hâfız

Şiirini davasına adamış edip,

Yanlış anlaşılmış ya da öyle anlaşılmak istenmiş, haksızlığa uğramış insan,

Bir erdem anıtı,

Bir entelektüel, bir aydın

İyi bir yurtsever

Kur’an tercümesi yapacak kadar din âlimidir.

İyi bir vaiz ve hak, hakikat davası için iyi bir propagandacı… ( Bu kelime bugünkü manasıyla belki soğuk gelebilir ancak, o dönemde Türklere ve Osmanlı Devleti’ne daha sonra da Ankara Hükümeti’ne yönelik kara propagandalara karı M. Akif gerek Almanya ve Arabistan’da gerekse Anadolu’da güçlü üslubu ve nutkuyla insanları etkilemeyi başarmış, camilerde verdiği vaazlarla da cemaati kendinden geçirmiş hüngür hüngür ağlatmıştır. Çünkü o kendi inanmadığı hiçbir şeyi insanlara anlatmamış, onları kandırmamıştır.)

Âkif kendine münhasır bir şahsiyet, bir dava adamıdır!

* Bafra TÜRKAV Şubesinin düzenlediği 12 Mart İstiklâl Marşı’nın Kabulü ve Mehmet Akif Ersoy’u Anma Günü” programında sunulan metin. 12 Mart 2017
[1] Eşref Edib, Mehmet Âkif Hayatı Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları (Yay. Haz. Fahrettin Gün), Beyan yay. İst. 2010, s. 80
[2] Üç aşağılık ordu (Sırp, Bulgar Yunan orduları)
[3] Mehmet Akif Ersoy, Safahat, (Haz. M. Ertuğrul Düzdağ), Gonca yay. İst. 1987, s. 179
[4] Eşref Edib, A.g.e.  2010, s. 79
[5] Mehmet Akif Ersoy, a.g.e. 1987, s. 311
[6] Eşref Edib, ag.e. 2010, s. 99
[7] Eşref Edip, a.g.e. 2010, s. 102
[8] Esref Edip, a.g.e. 2010, s. 114
[9] Eşref Edib, a.g.e. 2010, s. 126
[10] Eşref Edip, a.g.e. 2010, s. 135

Leave feedback about this

  • Rating

PROS

+
Add Field

CONS

+
Add Field

X