MİLLİYETÇİLİĞİMİZİN ESASLARI
Fransa İhtilâliyle milliyetçilik Batı’da şuur kazandı. Avrupa’da en eski millî birlik, vatan ve dil unsurları etrafında teşekkül eden Fransız milleti olmuştu. Ancak millî gerçeğin kıvamına gelerek bir ideal dâva değerini kazanması, Fransa’da sosyal sınıfların ortadan kalkması, halk ile asilleri birbirinden ayıran imtiyazların yok edilmesiyle mümkün olmuştur. Bu ise, İçtimaî vücudu meydana getiren büyük tabakanın söz sahibi olması demekti. Ancak Fransa, mazide kendini hayat sahasına çıkaran kuvvetlerin üstüne kurulmuştu. Diğer Avrupa milletleri için de mesele böyle oldu. Fransa’nın kuruluşunda dil birliğinin oynadığı rolü Alman milletinin kuruluşunda soy birliği oynadı. Temel olan bu unsurlar, sonuna kadar önemlerini muhafaza etmişler ve bu milletler var oldukça da muhafaza edeceklerdir.
Soy, vatan ekonomi birlikleri, dil ve din birlikleri, kültür ve ahlâk birliği gibi milleti meydana getiren unsurların hepsinin, bütün milletlerde aynı kuvvet ve bütünlükte bulunmadıklarını, hattâ bazı milletlerin hayatında bu unsurların bazısına hiç yer verilmediğini görüyoruz. Ancak bu birliklerden hiç birinin bulunmadığı yerde millet de yoktur. Bunların hepsinin zayıf olduğu yerlerde millet de zayıftır. Bu birlikler ne kadar kuvvetli ise, millet o derecede kuvvetli oluyor. Tipik olan bir tanesini ele alalım, soy unsurunu. Evet, ırkçıların iddiası aşırıdır, soy millet demek değildir ve saf soya rastlamak çok güçleşmiştir. Lâkin soy birliğinin kuvvetli bulunduğu yakın geçmişteki Almanya gibi bir memlekette bunun millî hayatta kuvvet ve millette irade birliği yarattığını görmemek mümkün olmuyor. Millette tek bir birlik unsuruna bağlanmamakla beraber her birinin hayatiyetini artırmaya çalışmak, millet yolunda mücadele sayılmalıdır.
Bize gelince, milliyetçiliğimizin yani milletleşme hareketimizin geçen asrın sonunda yaşayan bir zümre yazarın kafasında doğduğunu iddia edenlerin milletten ve tarihten habersiz gafiller olduğunu söylemek, hakikatin ifadesidir. Bizim milletimiz, Orta Asya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuz yüz yıl önce Anadolu’da kurulmuştur. İlmî adı «Anadolu Türkleri Tarihi» olan bu tarih ve bu millet, Türk ırkından ayrılan Oğuz boylarının Müslüman olarak Anadolu’ya yerleşmeleriyle başlamış oldu. Göçebe olan Türkmen, Anadolu’da toprağa yerleşti; cenkçi iken çiftçi oldu. Şamanlıktan kurtulup İslam’a sığındı. Eski, geri ve iptidaî inançlarını bırakarak sonsuzluğun iradesini kazandı. Dokuz yüz yıldan beri Anadolu’da yaşayan millet İslâm’ın sinesinde yaşayan bu çiftçi millettir. Millî tarihimizin ortaya koyduğu en büyük ve evrensel inkılâp, İslâm dininin Türk’ün ruh ve ahlâkında yaptığı inkılâptır. İslâmiyet Türk’ü, aradaki pek çok basamakları bir hamlede aşmak suretiyle, insanlık seviyesinin en yukarı kademelerine yükseltti. İnsanlık idealine âşık olanlar Türk’ün tarihini karıştırsınlar. Gözlerinin kamaşmaması kabil değildir. Yüzlercesi arasında bir misâl verelim: «Müslüman olmayan Moğolların hükümdarı Hülâgu Han on üçüncü asırda Bağdad’ı aldığı zaman halife Mu’tasım’a hâzinelerinin yerlerini söylettikten sonra, onu bir çuvala koyarak bir bölük süvarinin ayakları altına attı. Moğollar, Bağdat’ta görülmedik derecede vahşet yaptılar, halkı insafsızca kestiler. Beş yüz senelik koca İslâm imparatorluğunun kültür ve medeniyet merkezi olan Bağdad’ı baştan başa yakıp yıktılar. Şehirleri yağma ve bütün san’at eserlerini tahrip ettiler.»
Bu tüyler ürpertici sahnenin karşısına bir de Müslüman olan Türklerin ulvi ruhundan bir tablo çıkaralım: On birinci yüzyılda Anadolu Selçuklu sultanı Süleyman, Suriye Selçuklu hükümdarı Tutuş ile yaptığı bir harpte yenilmiştir ve harp meydanında kendini öldürmüştür. Tutuş, harbi kazandıktan sonra muharebe meydanında Süleyman’ın cesedini bizzat arıyor ve buluyor. Düşmanın cesedi önünde: «Bütün soyunuza zulüm yaptık» diye ağlamaya başlıyor. Ordusuna matem emri veriyor ve cenaze namazını kendisi kıldırıyor.
İslâm’ın, milletlerin ruhuna verebildiği azameti ortaya koyacak misaller pek çoktur. On birinci yüzyılın sonunda Haçlılar Kudüs’ü zaptettikleri zaman Müslüman ve Musevî şehrin yetmiş bin kişilik bütün halkını kılıçtan geçirdiler. Vahşetlerini kadın ve çocuklara kadar sirayet ettirdiler. Camilere sığınan halkı bile, üzerine at sürüp öldürdüler. Bir asır sonra Selâhaddin-i Eyyubi Kudüs’ü tekrar raptedince Hıristiyan veya Musevi tek bir ferdin burnunu kanatmadı.
Kuruluşumuzun başlangıcı sayılan hadise, Malazgirt zaferinin kendisinden ziyade, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’e karşı büyük Selçuklu Sultanı Alparslan’ın âlicenaplık ve serapa insanlıktan yapılmış bir ruh abidesi yaratması olmuştur, diyebiliriz. O ruh hâkim olmasaydı Bizans’ta barınamaz, Anadolu’da dokuz yüz yıl tutunamazdık. Orta Asya’dan çıkan Türk boylan yer yer büyük devletler kurdular. Lâkin onların arasından yalnız bir tanesi, Anadolu Müslüman Türk Devleti, cihan tarihinde ebedî kalacak bir varlık yaşattı. Şu halde milletimizi kurmuş olan esaslar madde bakımından Anadolu’nun coğrafyası üzerinde yaşayan bir çiftçi millet varlığı, ruh bakımından İslâm’ın bu millete sunduğu ruh ve ahlâk örgüsü, tam dokuz yüz yıllık bir tarih abidesidir. Tarih, milletleri yapar ve yaşatır. Milletler tarihinin yaşına sahip içtimaî şahsiyetlerdir. Tarihini kendinden koparınca millet yıkılır ve ölür. Bizim milletimiz Anadolu’nun dokuz yüz yıllık tarihinin yarattığı bütün olaylarının, inançlarının ve mefahirinin, ahlâkının, san’atının çocuğudur.
Bizim milliyetçiliğimizin şuuru, daha ilk istilâlarla başladı. Moğollarla Haçlılara karşı Anadolu Türk kalesinin muhafızlığını yapan Selçuklular bu şuura ilk ışığını verdikleri gibi, Anadolu’daki beylikleri birleştirerek milli birlik kurmak dâvasını daha başlangıcından itibaren programlaştıran Osmanoğulları da bütün şuura sahip milliyetçi büyüklerimizdir. Yıldırım Bayezid de tamamlanacakken hain Timur tarafından darbelenen millî birliğimizi tekrar kurmaya muvaffak olan Fatih Sultan Mehmet ve Türk-İslâm zincirini içinden parçalamaya çalışanları tepeleyerek kültürümüzün kaynakları olan İslâmî iktidarı Oğuz çocuklarına devreden Yavuz Sultan Selim, milliyetçilik dâvamızın asıl kahramanlarıdır. Osmanoğulları altı asırda Yunuslar ve Sinanlar, Fuzuliler ve Akifler verdiler. Müslüman Türk’ün cihan tarihinde pek muteber bir san’atı, insanlığa örnek bir ahlâkı meydana geldi. Saadet ve fazilet semalarında uçan Türkler, bu yüksekliğe ancak İslâm’ın kanadıyla yükseldiler. Dokuz yüz yıl İslâm, Türk’ün ruhu oldu. Panislâmizm iddiasıyla bazı dar görüşlülerin Türk ülkesinde Türklükten ayrı bir İslâm hayatına tahassürleri, bedenden ayrı yaşayan bir ruh hasretini andırır; böyle bir şey mümkün değildir. Esasen bunların dâvası, bir hareket ve bir doktrin halini hiç bir zaman almamıştır; ferdî istekten öteye gidememiş ilim dışı bir düşünüştür.
Anadolu’da kurulan ve İslâm ruhuyla yaşayan milletimizin hayatını daha Selçuklular zamanında iki düşman tehdit ediyordu: Haçlılar ve Moğollar.
Moğollar, Selçukluları çok hırpaladılar. Haçlıların Anadolu’da Türk-İslâm kalesini yıkıp devirmek gayretleri sade Haçlı seferlerinin yapıldığı asırlara münhasır kalmadı. Sonraki asırlarda Avrupa Hıristiyan devletlerinin her zaman birleşerek devletimize saldırma hareketleri, Haçlıların devamından başka bir şey değildi. On sekizinci asrın başında büyük devlet olan Rus Çarlığı ise, vaktiyle Müslüman Türk’e amansız düşman olan Moğolların yerine geçti. Haçlılar gibi, Moğolların bu yeni vârisleri de günümüze kadar bizi takip ettiler. Asrımızda en bedbaht hadise meydana geldi: Bu iki menfur kuvvet içimize nufuz etti. Bu ıkı büyük belâ, kaleyi içinden alma denemesine başvurdu. Bunlar içine nüfuz ettikleri milletimizin temellerini var kuvvetleriyle baltalıyorlar. Haçlılar, Türk-İslam cephesini gericilikle adlandırdılar. Garplaşma kabusu onların eseridir. Rus Çarlığının, hakikatte aynı ruhu taşıyan varisleri ise bir içtimaî adalet maskesine bürünmüş, Anadolu’daki milletimizin varlığına son vermek istiyorlar.
Bugün Türk milliyetçiliğini zayıflatanlar, kültür kuvvetimizi ellerine geçirmiş bulunuyor. Garplılaşma maskesinin altında Haçlılaşma barınıyor. Daha uzun zamandan beri içimize sinen Haçlı zihniyeti, son nesillerde çok tehlikeli olan bir aşağılık duygusu yaratmıştır. Anadolu çocuğu kendisinin olan, kendi varlığına hayat vermiş olan her şeyden tiksinir gibi kaçıyor, âdeta kendinden ve benliğinden uzaklaşmak istiyor. Bin yıllık milli bir şahsiyeti felce uğratınca, fertlerde irade zayıflaması tabii netice olur. Bugün Anadolu çocukları kendi benliklerine sahip kılacak cesareti kaybetmiş durumdadırlar. Bu, içtimaî yapıda görülen, tam mânasıyla bir irade hastalığıdır. Hayata sirâyet eden irade hastalığı, sanki kendini kendisinden kaçırır gibi, bir aşağılık duygusuna teslim ediyor. Yeni Haçlılar, yalnız bizden olmayan şeyleri, bütün yabancı unsurları millî bünyemize aşılamak suretiyle Türk-İslâm kalesini içinden yıkıyorlar. Yabancı okul, azar azar milli okulların yerini tutuyor. Yabancı kelimeler yavaş yavaş millî dilimizi istilâ ediyorlar. Yabancı örfler, güzel ve şerefli mazimizi hafızalardan silip süpürmededir. Yenilik adı altında yeni Haçlılar, Rus Çarlığının yeni mirasçılarının uşaklarıyla el ele vererek millet olan varlığımızı bir iptidaî cemiyet haline getirmeye çalışıyorlar. Yeniliğin ve inkılâpçılığın gerçek mânası, kendi millî müesseselerimize asırlık olgunluğu kazandırmak olmalıdır; asırlar içinde elde edileni yıkıp devirmek, yok etmek değil. Eğer öyle ise bizim inkılâbımızın eserlerini de gelecek nesiller aynı prensiple imha edeceklerdir. Eğer dilimizin kendi tabii istikametindeki tekâmülü takip olunsaydı, bugün Fuzûlîleri ve Nedimleri, Süleyman Çelebileri ve Yunusları geride bırakacak sanat harikasına sahip olmamız lâzımdı. Eğer Sinanların ve Selçuklu sanatının izlerinde ilerlemiş olsaydık, bugün karakter sahibi büyük bir mimarî sanatımız olacaktı. Eğer Alparslanların ve Gazi Osmanların, Yavuz Selimlerin ve İbn-i Kemallerin ahlâk yapılarının ebediyete götüren tekâmülünü takip etmiş olsaydık yeni Haçlı ve anarşist İslav ruhunu içimizde bir gün bile barındırmazdık; değil ki ona teslim olmak. Bu mânada milliyetçilik ister istemez her zaman muhafazakârdır.
Milletimizi kurmuş olan ve soy, iktisat, dil ve tarih birlikleri gibi bütün diğer unsurları kendi etrafında toplayan biri maddi, öbürü ruhî iki ana prensibi söyledik: Anadolu vatanı, İslâm dini. Bu temeller üzerine kurulan millet hayatı şüphesiz ki, sürekli tekâmül halindedir. Tarihî oluşun içinde değer alan fikrî ve iktisadi zaruretler millet olan içtimaî yapıya yön verirler. Türk milleti yirminci asırda, kendi kaynaklarından alacağı hızla hayatın zaruretlerini karşılayıcı imkânlarını bizzat kendi yaratacaktır. Anadolu bugün yirminci asrın zaruretleri karşısında kendi dertleriyle baş başadır. Anadolu’nun toprağı otuz beş milyona yakın insaniyle beraber yirminci asrın iktisadi zaruretleri karşısında, bugün bir hayati mücadele sahnesi halindedir. Bir yandan büyük şehirlere boşalan hayat damarlarının kuruttuğu köy varlığı, köylerden çekilip giden hayat faaliyeti ve çalışma, yaşama imkânları kırk üç bin köyün yirmi milyon insanını âdeta dünya hayatının ücra bir kenarına fırlatıyor; öbür yandan, Batı’nın büyük sanayiine el açan millet iktisadı, onun kahredici cenderesi altında buhrandan buhrana sürüklenmektedir. Kâh isimsiz bir dağ yamacında, kâh bozkırın bağrında barınan kırk üç bin köyün feryâdını karşılayacak olan, artık ne şehirlerin büyük kazanç muhterisi sanayiciler, ne de derebeylik devirlerinin artığı olarak kalan vicdansız ve kabiliyetsiz zorba ağaların her devrin siyasetine âlet olan şımarık çocuklarıdır. Bize bir millet iktisadı lâzım.
Milliyetçilik, esasında muhafazakârlıktan ayrılmadığına göre, muhafazakâr milliyetçiliğin ekonomi sistemi mazideki iktisat müesseselerinin olduğu gibi canlandırılması demek midir? Hayır. Ekonomi hayatı, maddî varlığımızın ve ellerle zekânın iş birliğinin eseri olan tekniğin tekâmülünü, tabiî oluşunu takip etmek zorundadır. Ancak milliyetçi dehâ ve millet ahlâkı, maddi kuvvetin manevî iktidar, milletin hiç değişmeyip olgunlaşan ve daima kendisi olarak kalan ruhudur, milletteki şahsiyettir. İktisadî yapı ve maddî kuvvet ise daima ilerleyen asrın emrinde bulunur. Cemiyet olarak biz, altın devrini mazisinde bırakan ve yakın geçmişte yaşattığı demir devrinden atom devrine bir hamlede sıçrayan insanlığın tabiî bir uzvu olarak yaşamaya mecburuz. Dünya hayatındaki değişmenin ihtişamı yanında bizzat kendi sahnemizdeki değişiklikler sadece İktisadî yapıda doğmuyor, ahlâkî, dinî ve siyasî bünyenin değişmeleri de iktisadi bünyede derin tesirlerini yaratmaktadır.
Dün ne idik, nasıl bir millettik? Türk milleti Anadolu’da kurulurken burada yerleşen ırkın bütün hayat temelleri birleştirilmişti. O zaman gaye ve emel birliği içinde aynı dili sevmiş, aynı imana sahip, bedenini ruhuyla anlaştırmış ve onun iradesiyle düzenlemiş, aynı ahlâk kaidelerine sarılmış, hem de aynı ırkın hamurundan yapılmış, toprağı aynı kanla sulanmış; genci ihtiyarına itaatli, ferdi devletine minnettar, devleti halkına şefkatli, Allah hâkimiyetine hep birlikte teşne, bir büyük Sevgiliye hep birlikte aşık; gökleri dua, toprağı secde kokan bir vatana hep birlikte bağlı bir millettik. Yükseliş devrimiz aynı içtimaî yapının üzerinde barındı. Alçalma devrimiz, bizi buhrandan buhrana götürdükten sonra, hasta bir vücutla yirminci asrın hayat sahnesine atıldık.
İktisadî bünyemizi temellerinden sarsan tehlike, bütün İçtimaî ve ahlâkî yapıdan kaynayıp geliyor. Hâlin hastalıklı simasını şöyle birkaç çizgi ile belirtmek lâzım gelirse bugün biz, hali mazisine garazkâr, gençliği ihtiyarlığına, şehirlisi köylüsüne yabancı; cahili münevveriyle alâkasız, serveti sefaletini sömüren, kuvvetlisi mazlumuna saldıran; kuvveti huzurunu, kültürü imanını kemiren, bedenî ruhuna musibet olan; anadilinin kaatili, milletinin tarihine iftira yağdıran, particiliği düşmanlık haline koyan; çocuklarının hayat sahası olmayan, şehirlerindeki halkın insan şekli ve haysiyetiyle üzerinde yürüyecek yolu bile bulunmayan; dilencisi yüzsüz, zengini merhametsiz, kuvvetlisi insafsız, genci itaatsiz, hayatı kaidesiz, zamanı ölçüsüz olan ve hep tezatlar içinde bocalayan bir cemiyetin fertleriyiz. Felâketinden bari bir hikmet ve felsefe olsun çıkarmayan bir insan topluluğuyuz. Fransızlar 1870 felâketinden sonra sezgi (intuition) ve hareket (action) felsefelerini ortaya koydular. Almalar Birinci Cihan âfetinden sonra egzistansiyalist (existentialiste) felsefeye hayat verdiler. Milletleri her düşüşten sonra ayağa kaldıran, ıztıraplarının ilâhı İhtarıdır. Millî zihniyetimizi araştırıyoruz: Nasıl düşünür, niçin inanırız? İrademizi hangi hakikatlere bağlarız? Bugünkü varlığımızın yaşattığı zihniyet ve ruh alanında bir aydınlığa ulaşmak şöyle dursun, halimizin ifadesi olan dilimiz bile mecruh ve mecalsizdir. Değil millî zihniyetimiz, bozulmadan muhafaza edilmiş bir millî dilimiz yok. Bu şehrin her tarafındaki sokak, otel, meslek ve dükkân isimlerine bakınız. Hepsi de mübarek dilimize suikast yapıcı hançerler gibi gözlerinize saplanacaktır. Belki de meşum bir istikbâlde masum ve mazlum dilimizin katledilmedik ne kaidesi, ne şivesi, ne de kelimesi kalacak. İnsanı insan yapan ve diğer hayvanlardan esaslı surette ayıran, sahip olduğu irade ve hürriyettir. İrademizin güvenilir bekçisi olan disiplin ve inzibata ise ahlâk adı verilir. Vatandaşın ahlâkı, iş ahlâkı veya vazife ahlâkıdır. Gençliğimize yapmamız gereken ilk aşı, iş sevgisi, vazife sevgisi olmalıdır. Bu en büyük fazilettir. İnsanı insan yapan ve en ulvî fedakârlıklara sürükleyen, hizmet duygusudur: Gayra hizmet, arza hizmet, ruha hizmet. Bu sevgi insana, hizmetten bıkılmayan, doyulmayan bir ahlâka bağlılığı öğretiyor. Bu sevgi yok oldu mu ahlâk yıkılıyor ve cemiyetin her tarafında işsizler peyda oluyor. Bir gün bütün cemiyeti işsiz görebiliyoruz. Böyle işsiz insanlar yığını olan cemiyetin parazitleri vardır, büyücüleri vardır, yağmacıları vardır, ağaları vardır, hazır yiyicileri vardır.
Kütle halinde işsizleri nerde mi bulacaksınız? Günün hemen hiç bir saatinde boşalmayan sinemalarda, stadyumlarda, nikâh dairelerinde, zavallı ölünün değil âhiretine, ruhuna da inanmadıkları için duasına el kaldırmayanların cenaze alaylarında, gençliğin mezarlığı olan kahvelerde, parti binalarında, sabahtan akşama kadar üzerinde süründüğümüz, sürünmekten usanmadığımız, hepsi de işsiz olduklarından yine günün her saatinde aynı kalabalığı sırtında taşıyan kaldırımlarda, her yerde, her yerde. Ya kadınlığımız! Köylü kadını kendi cemiyet şeklini yaşatan ahlâkı ile bütün gün toprakla didinirken, şehirlerimizin ev kadınının hayatına sürekli bir çalışma sistemi sokabilmekten aciz durumdayız. İşsiz insanın ahlâkî zaaflarını ortadan kaldıracak çareyi bularak kadınlığımızın asaletini iadeye ve kendi ruhumuzun ışığında onu dünya kadınlığıyla yarışabilecek seviyeye yükseltmeye mecburuz. Bugünkü hedefsiz, idealsiz mektep böyle bir nesli yetiştirebilmekten pek uzaklardadır.
İnsanın namusunu neresinde, nesinde ararız? Kötülük işlememek, namuslu olmak için kâfi değildir. Namusumuz, yapılacak birtakım hareketlerimizde, hareket prensibimizde ve davranış tarzımızda görülecektir. Biz namuslu adamı hareketindeki şu karakterlerle tanıyacağız:
a) Namuslu adam, elinin ve zekâsının uzanabildiği kadar geniş ufuklar içinde harekete geçmeyi vazife bilir, hareketsizliğinin günah olduğuna inanır.
Namuslu adam, çalışmayı çalışma olduğu için sever; eserinin meyvesini başkalarına bırakmaktan hoşlanır.
c) Namuslu adam, hareketinin sonucu üzerinde hesaplar yapmadan önce düşünür, hareket eder, çalışır.
d) Namuslu adam, sade kendi hareketinin feyzine sığınarak faziletle ahlâkın mutlaka muzaffer olacağına inanır.
e) Namuslu adam, ferdi hayatını, bir ömürlük hareketler serisinin tecrübe devresi olarak kabul eder; «çalıştım ve hayatımı iyi kullandım» diyen büyük insan gibi dünyaya gözlerini yumar.
Namuskârlığımızın en büyük düşmanları olan şöhretle serveti, ihtirasla iktidarı âciz bırakan, bu cazip musibetlere önünde diz çöktürecek olan kuvvet, ilâhî kaynaktan gelen bir vazife ahlâkının içtimaî nizâm haline konulması, ahlâk ile iktisadın şahane bir anlaşma halinde yaşatılmasıdır. Artık derebeylik devrinin olduğu gibi, imparatorluk devrinin İktisadî yapısından ayrı ve büyük sanayi devrinin bütün zaruretlerini karşılayacak bir iktisadi yapının kurulması lâzım geliyor. Serbest iktisat sistemi devrini geçirmiş, kaidesiz, kanunsuz iktisat, tarihe karışmış bir maceradır. Milletimizi maddî hayat bakımından yirminci asrın refah seviyesine ulaştıracak olan sistemi, şehirlerde pusu kuran ve yalnız ticaret adamlarının rekabet sahnesinde dolaşan serbest sermaye rejimi olamaz. Bu sistem henüz köyünde iş sahibi edilmeyen fakir bir ekseriyetten toplanan mali serveti meçhul ellerde kumar malı gibi dolaştıran, küçük sermayeleri himaye imkânlarından mahrum bir serbest ekonomi macerası olmayacaktır. Yirmi milyon köylüyü artık toprakla baş başa, işsiz bırakmaya hakkımız olmadığı gibi, bütün bir köy halkının yaz ve kış bütün bir yıl çalışarak kazandığını bir maceraperestin büyük şehrin bir eğlence sofrasında harcayıp tüketmesine müsaade etmek de hakkımız değildir. Anadolu’nun toprağına kulak veriniz! Birçoklarının sağır zannettiği o topraktan, sırtına indirilen kazma seslerine boğuk cevaplar işiteceksiniz. Bu halk, vaktiyle bu topraklarda bir cennet hayatına hazırlanmış olan Oğuz çocukları, şimdi yanındaki mezarlıktan daha matemli köylerin kovuklarında inlemektedir. Dünyanın Allah’a en yakın ruh dâvasının sahibi ve Allah’ın en fedakâr kulları olan bu bedbahtların, kim için ve ne için olduğunu bilmedikleri bir üretim uğrunda kazma vurmaktan kurtarılmaları lâzımdır. Sürüp giden İktisadî buhrandan, maddî hayat alanındaki bu müzmin musibetten milletimi kurtaracak sistem, millî bir iktisat sistemidir. Namuslu adam ideali, ancak böyle bir nizâmın hayat ufuklarında yükseltilecektir. Böyle bir sistemde üretim, yalnız bugünkü ihtiyaçlarını karşılamak için değildir. Belki cemaatin millet olarak yarınki varlığını ideal olan gayeye ulaştırmak için yapılır. Millî ve ahlâkî bir iktisatta iş, spekülâsyon mevzuu olmaktan çıkar, ahlâkî karakter kazanır. Umumî menfaat prensibi iktisadi olduğu kadar ahlâkî bir prensiptir.
Memleketimizde dağınık köyler, çoğunluğu ihtiva ettiğinden, himayeye ve çalışma faaliyetlerinde merkezi kontrola muhtaç durumdadır. Bundan dolayı İktisadî bünyemiz her şeyden önce devletçi olacaktır. Lâkin bütünüyle devletleşmiş üretimin zararlarını biliyoruz: Üretimin azalması rekabetin ortadan kalkması ve millî inkişaf imkânsızlıkları. Zira hür olmayan çalışmada mahsul, en aşağı haddine kadar düşüyor. Hele toprakla mücadeleyi gerektiren üretimde, tarımda yalnız merkezi irade ile üretimi idare etmek çok zordur. Toprakta dağınık halde çalışan elleri toprağın sahibi yapmak şarttır. Devlet ona yardımcı olmalı ve en iyi şekilde çalışmasını sağlamalıdır. Ferdî iradeyi toprakla baş başa bırakmak ve toprağın sahibi yapmak zarureti vardır. Böyle olunca devletçilikle desteklenen bir kooperatifçilik sistemi bizim bünyemize en uygun olanıdır. Anadolu’nun bugün hepsi de işsiz yaşamaya mahkûm insanları iş sahibi edilince mesuliyet ve hürriyetlerinin de hakiki sahibi olabileceklerdir. Bizim kendi bünyemiz için dokuyacağımız yeni iktisadi nizâm, şu vasıfları taşıyacaktır: Devlet programı, devlet teşebbüsü ve devlet kontrolüne dayanan; devletin ortak işleteceği mahalli kooperatiflerin sermayesini kullanan, köylünün emeği ile çalışan, kârına köylüyü ortak yapan sosyalist sistem. Bu sosyalizm, ana unsur olarak fabrika amelesini değil, işlettiği toprağın asıl sahibi olan toprak işçisini, yani köylüyü alacaktır. Ticaret hayatında ise loncaların yeni görüş ve ihtiyaçlara uygun olarak canlandırılması lâzımdır.
Dâva mücerret bir işçi dâvası değil, bir millet dâvasıdır. Mesele yalnız amele sınıfının haklarını korumak değil, bir milletin kalkınmasıdır. İşsiz bir millete iş bulma dâvasıdır. Zira hem iktisadi, hem ahlâkî mânada iş, insanların gününü bir takım meşguliyetlerle doldurması veya fertlerin kabil olduğu kadar çok kazanç elde etmesi demek değildir. Bir cemiyet insanlarının her birinin haklı olduklarını karşılıklı olarak kabul ettikleri bir çalışma planına uygun olarak, asrın ve çevrenin maddi ve manevî ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde emek yarışması yapmaları demektir. Helâl lokma ancak böyle kazanılır.
Gayemiz cemaatin ruhunu kurtarmak, İktisadî hayatımıza sağlam temeller aramaktır. Böylece ruhçu bir iktisat, insan denen varlığı bölmez, bütün olarak ele alır. Ruhu ile maddî yapı olan bedenin münasebetlerini inceler. Bütün hareketlerimizde ruhun emirleriyle yola çıkıp sonunda ve gayeye yine ruh dünyasında yükseliş ve huzur aradığımızı kabul eder. Bu münasebeti en güzel gerçekleştirecek şekilde iktisadi hareketlerimizi düzenler. Aynı zamanda bu dâva bir mesuliyet dâvasıdır. Cemaatin mesuliyetini omuzlarına yüklenmek demektir. Vicdanımızla imanımızı muhafaza etmek için buna en elverişli iktisadi yaşayışın planını ortaya koyar.
Anadolu’nun ana bünyesini teşkil eden kırk üç bin köyün hayat nimetlerinden mahrum, cılız ve çelimsiz varlığı karşısında daha uzun zaman lâkayt kalmak dünyada benzeri bulunmaz bir vicdansızlık teşkil edecektir. En az kırk bin köyün ölü görünen havasından kopacak hayat fırtınası, Anadolu’nun muhteşem tarihî iradesinin dile gelmesinden başka türlü anlaşılmamalıdır. Artık söz onun, hüküm onun, emeller ve istikbâl onundur.
Milliyetçiliğimizin dayandığı esasları şöyle bir tablo üzerinde toplayabiliriz:
1.Millet dini, onun ahlâkını, örflerini ve kalbini yoğurmuş, Türk-İslâm medeniyetine yön ve kaynak olmuş İslâm dinidir.
2.Büyük vatan Anadolu toprağıdır.
Soyumuz, Oğuz çocuklarının, Anadolu’nun dokuz yüz yıllık tarihi içinde bu topraklarda kaynaşmalarla eriyip aslını kaybetmeyen Türk soyudur.
4. Dilimiz bu ülkede yüzyıllar boyunca devam edegelen tarihî olgunlaşma içinde varlık kazanan müşahhas ve zengin Türk dilidir. Ferdi isteklerin icadı olan mücerret ve hayatsız dil, millî dil olamaz.
5. Devlet, büyük çoğunluğu köylü olan kütlenin iradesini yaşatan merkeziyetçi, otoriteli ve mesuliyetli devlettir.
6. İktisadi sistemimiz, halkın bütün İçtimaî ihtiyaçlarını karşılayan ve her ferdi iş ahlâkıyla seferber eden asrın geçer deyimiyle ruhçu sosyalist sistemdir.
Nurettin Topçu (Milliyetçiliğimizin Esasları, Dergâh Yay. İst. 1978. S. 49)
Yazılan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Suç teşkil edecek yazılardan dolayı edebice.net sorumlu tutulamaz.
Henüz yorum yok.
Bu yazıya yorum yapabilirsiniz.