Orta Asya’daki hayatının en eski yüzyıllarında atı ehlileştirmek suretiyle mesafeleri kısaltmayı bilmiş, böylelikle geniş bölgeleri kontrol ötmek imkânım bularak büyük devlet kurmak başarısını sağlamıştır. Başka milletler ancak şehir devletleri kurabilirken, birçok şehirleri de içine alan bu devletler, Türklerde cihan hâkimiyeti ve büyük ülkülere bağlanma düşüncelerini doğurmuştur.
Kun, Göktürk ve Osmanlı imparatorlukları bu büyük ülkünün sonucu olup, cihan tarihinde bunlarla kıyaslanabilecek devletler olarak yalnız Roma ve Abbasîler gösterilebilir.
Milletimiz, tarihinin her devrinde büyük devlet sahibi olmuş ve 1918 yılına kadar, en güçsüz zamanlarımızda dahil olmak üzere, Türkiye daima büyük devlet sayılmıştır. Fakat, Birinci Dünya Savaşında yenilip topraklarımızın yarısını elden çıkarmamız üzerine, Türkiye artık büyük devlet olmak vasfını kaybetmiştir. Toprağın yüz ölçümü nüfus, tarih, askerî güç, bilim, sanayi gibi türlü faktörlerin sonucu olan büyük devletlik bugün Amerika İngiltere, Rusya, Fransa, Almanya, Japonya, Çin, Hindistan, Brezilya ve Kanada’nın elindedir.
Cumhuriyet devrine kadar milletimiz, bilinen ve görünen düşmanlarla mücadele ediyordu. Bu düşmanlar bazı devletlerle kendi tebaamız olan bazı Türk olmayan unsurlardı. Fakat Cumhuriyetle birlikte, iş değisti. Devlet ve tabaa olarak düşmanlarımız azaldığı halde, yepyeni bir düşman, Türk milletini, tarihinin en büyük tehlikesi ile karşı karşıya getirdi. Şimdiye kadarki düşmanlarımız, Türkiye’nin bazı parçalarını istemekle yetiniyorlardı. Sevr Barışında bile, ordusuz da olsa, küçük bir Türkiye bırakmıştı.
Fakat, yeni düşman böyle değildir. Yeni düşmanın plânlı hedefi Türkiye’nin topyekûn yok edilmesidir. Bu düşmanın adı komünizmdir.
Yeni düşmanın tehlikesi, gizliliğinden ve saf insanları aldatacak yalanlarından doğmaktadır. Bu konu üzerinde temelli ve sağlam düşüncesi, kanaati olmayan insanlar, o konu hakkında yapılacak propagandaya kendilerini kaptırabilirler. Bu, insan yaratılışının gereğidir. Bu kendini kaptırma karşı bir propaganda ile düzeltilmezse daha da tesirli olur. Kimine refah ve zenginlik, kimine tatmin edilmemiş cinsî isteklerin doyurulması, kimine büyük insanlık ülküsü diye anlatılıp gösterilen komünizm, birçok saf insanları avlayabilir. Bütün bunlar Türklük yapımıza indirilmiş birer darbedir.
Türkiye’nin kalkınması dâvâsı aynı zamanda onun tekrar büyük devlet olma dâvâsıdır. Bu sebeple millî davayı sadece servetin daha adilâne dağıtılması diye almak, milli ruhu anlamamak, hâttâ onu inkar etmek demektir. Çünkü servet dâvâsı yalnız maddeye ilişkin olmakla insani ihtiyaçların tamamını ifade etmekten uzaktır. Madde ile birlikte mana da
olmalıdır ki, Türk toplumu ihtiyaçlarını karşılamış sayılsın.
Yalnız servet ve refah bir topluma bahtiyarlık getirmez. Olsa olsa hayvanî bir rahatlık getirir. İsviçre Çiftliklerindeki inekler de ahır, yem, bakım mükemmelliği yönünden refah içindedirler. Fakat bahtiyar sayılmazlar. Çünkü bahtiyarlık ruhî hazlarla duyulan bir haldir ve yalnız insanlara mahsustur. Ruh dediğimiz manevî değer yalnız insanlarda vardır.
Yirminci yüzyılda müsbet ilmin ve batı medeniyetinin ışığı altında medenî milletlerin ve toplamların dine bütün varlıklarıyla sarılmış olduklarını görüyoruz. Çünkü Tanrı inancı ve dolayısıyla din, fert olarak da, millet olarak da vazgeçilmez mânevi ve ahlakî büyük bir dayanaktır. Bu sebeple, bugünkü Türk dünyasının dayandığı iki esaslı temelden birisini teşkil eden İslâm dininin, millî varlığımızın ayrılmaz bir parçası olduğuna inanıyoruz.
İnsanı hayvandan ayıran özellikler utanma, ülküye bağlanma ve bir iman ve fikir uğrunda ölebilme hasletleridir. Utanan insan suç işlemekten ve ayıplanmaktan sakınır. Ülküye bağlanan insan maddî sıkıntılara şikayetsiz katlanır. Bir imân ve fikir uğrunda ölen insan da kendisinden sonra geleceklerin terbiyesinde olağanüstü rol oynar. Bunların madde ile ilgisi yoktur.
Türkiye’nin kalkınmasını düşünürken, fertlerin yalnızca refahını düşünmek, memleketi kuvvetlendirmeye yetmez. Refah içinde ve ileri bir memleket, ahlâk ve fikir bakımından da üstün değilse, yıkılmaya mahkûmdur. Fertlerinde bir fikir için ölmek hasleti bulunmayan milletler, düşman saldırısı karşısında ölmekten kaçınacakları için, o refahtan hiçbir hayır gelmeyecektir.
Halbuki Türkler, yüzyıllar boyunca, büyük devlet kurma ülküsünü taşımış bir millet oldukları için, onları kalkındırmak aynı durumdaki başka milletleri kalkındırmaktan daha kolaydır. Fedakârlığa dayanan kalkınma hamlesini, Türk milleti birçok milletlerden daha hızlı yapabilecek kaabiliyettedir. Fakat yüzyıllar boyunca kudretli önderler tarafından idare edilmiş olan Türk toplumu, tarihinin her çağında olduğu gibi bugün de büyük kılavuzlar istemektedir.
Millî şuur ve gurura malik liderlerin en büyük faydası, toplumu aşağılık duygusuna düşmekten korumaktır. Bir millet büyük iş yapabilmek için, kendisinin büyük millet olduğu inancını duymalıdır. Atatürk devrinde, Türk milleti nüfus, servet, teknik ve kültür bakımından bugüne göre çok geride olmasına rağmen mânâvî güç bakımından kudretliydi ve onun içindir ki, kendisinde her tehlikeyi yenebilmek inanç ve kuvveti buluyordu.
Halbuki önderler ve aydınlarda aşağılık duygusu olursa, o milletin kalkınmasına imkân yoktur. Çünkü kalkınma hamlelerinin boşuna olacağı kuruntusu ruhlara işlenmiş, gönüller ümitsizlikle dolmuştur.
Zafer hiçbir zaman, mahvolduklarını sananlar tarafından kazanılamaz,
Kalkınma hamlesi hiç şüphesiz, bilim metotları ile olacaktır. Fakat milletimizin toplum ve fert psikolojisiyle tarihi, millî gelenekleri, toplumcu yapısı da hesaba katılmazsa, bilim metotları ile davranış başarıyı sağlayamaz. Çünkü nasıl ilaçlar, aynı hastalığa tutulmuş insanlar üzerinde aynı tesiri göstermiyorsa, bilim metodu da her toplum üzerinde aynı sonucu vermeyecektir.
Bilim metodu, öndüşüncelerden ayrılmayı da emreder. Bu sebeple Türk milletinin siyâsî rejiminin ne olması gerektiği hakkında açıkça konuşmanın zamanı da gelişmiştir. Rejimler gaye değil, milletlerin saadeti için birer vasıtadır. Bu sebeple milletler, tarihleri boyunca bazen rejim değiştirmişlerdir. Bir bakıma rejim, milletlerin elbisesidir, Şahıslar gibi milletler de zaman ve mekana göre elbise giyerler. Sıcak bölgeler için pek uygun olan ketenden göğsü açık bir elbise, soğuk iklim bölgelerinde nasıl insanın ölümüne sebep olursa, şu veya bu rejim de bazen bir milletin çökmesini hazırlayabilir.
Bugün içinde bulunduğumuz siyasî ve toplumcu şartlara göre bize uygun gelen toplum elbisesi, yani rejim, demokrasidir. Milletimizde bu fikir günden güne yerleşip kökleştiği gibi, birlikte hareket etmeye mecbur olduğumuz müttefiklerimizin rejimi de budur.
Fakat, demokratik rejimde kalmaya kararlı oluşumuz, demokratik olmayan eski tarihimizi ve bize övünç veren kahramanlarımızı saygı ile anmamıza asla engel olamaz. Çünkü geçmişini hor gören bir millet, ancak şerefsiz insanlardan kurulu bir topluluk olabilir.
Şunu da gözden uzak tutmamalıyız ki, demokrasinin başarılı olması, toplumdaki millî şuurun kuvvetiyle orantılıdır.
Türk milletinin kalkınması derken, bu harekete, gönülleri heyecanla çarptıracak ve yurttaşları fedakârlığa ve hattâ kahramanlığa sürükleyecek bir anlam vermek için kalkınma hedefinin Büyük Türkiye olması birinci şarttır. Kültürü, bilimi, tekniği ile birlikte ahlâkı ve erdemi ile de ileri ve üstün olacak Türkiye… Yoksa, sadece refah ve zenginlik için yapılacak hamlenin, bir ticaretevi hareketinden farkı yoktur.
Devlet ile ticaret kurumu başka başka şeylerdir. Ve devlet olmayı ticaret kurumu olmakla karıştıran topluluklar, daima başkalarının gölgesinde yaşamaya ve ilk darbede yıkılmaya mahkûmdurlar.
Devlet sahibi Türkler olarak siyasî sınırlarımız dışında kalan Türklere karşı ilgisiz kalamayız. En küçük, güçsüz ve yeni devletlerin bile sınırdışı soydaşlarına karşı ilgisi varken; henüz bağımsız bile olmayan Cezayir, ne Sahra’da, ne de kıyılardaki Fransız sermayesine ve çoğunluğuna karşı bir hak tanımazken, tarihin en büyük imparatorluklarını kurup, birçok milleti idare etmiş bir toplum olarak siyasî sınırlarımız dışındaki Türkleri düşünmek vazifesinden asla geri kalamayız.
İmzamızı attığımız Birleşmiş Milletler Anayasası’na dayanarak, siyasî sınırlarımız dışındaki Türklerin de bağımsız olmak ve yabancı hâkimiyetinden kurtulmak davalarını desteklemek hem millî borcumuz, hem de insanlık görevimizdir. Henüz yamyamlık devresini bile bütün bütün atlatmamış olan toplumların devlet kurma hakkı tanınırken, medenî ve üstün kaabiliyetli millet olan Türklerin şurada burada, tutsak hayatı sürmelerini kabul edemeyiz. İyi çalışan ve .şuurlu ellerde bulunan bir Türk hâriciyesinin, bu hakkın bütün dünyaya tanıtacağından eminiz.
Bugünkü çok tesirli silâhlar karşısında savaşı istememekle beraber, artık bir daha savaş olmayacak diye yapılan propagandalara inanmayız ve bu propagandayı, bizi gevşetmek için yapılmış bir düşman hilesi sayarız. Askeri hazırlıkların alabildiğine arttığı bir dünyada, dünyayı karıştıran hain kuvvetler tasfiye edilmedikçe, savaşın daima yapılacağına inanmış olarak, milletimizin askerlik geleneğine tekrar dönmeyi lüzumlu buluruz.
Askerlik geleneği bugünkü milletlerin hepsinden eski bir millet olarak ordumuzun yeni baştan ve bize lâyık şekilde düzenlenmesine ve müttefiklerimiz ile standart silahlar kullanmak mecburiyeti dışında, askeri özelliklerimizin korunmasına şiddetle taraftarız. Askerlik çok şerefli ve güç bir meslek olduğu için, subay ve astsubaylarımızın erdemli aile çocuklarından seçilmesini ve fedakârlıklarına karşı bazı imtiyazları bulunmasını doğru buluyoruz.
Büyük devlet olmanın şartlarından biri de, zengin ve kudretli bir dile sahip olmaktır. Millî ihmaller dolayısıyla gelişmemiş olan kökü kuvvetli dilimizi, büyük bir bilim ve sanat dili haline getirmek ihmal olunamayacak bir dâvâmızdır. Ne melezleştirilmiş eski bir dil, ne de öztürk denilen uydurma dil, büyük bilim ve edebiyat dili olamaz. Terimlere Türk köklerinden üretme, konuşma dilinde Türkçeyi veya Türkçeleşmişi seçme esasında olan bir “Arınmış Türkçe”ye taraftarız. İnsanın yüreği ne ise, milletin dili de odur. Bu değerli varlık, gerçek değerlerden meydana gelecek bir akademi ve millî şuura malik uzmanlar ve sanatçılar eli ile korunmalıdır.
Millet olarak yaşamak isteyen toplumlar, kendi millî özelliklerini kıskançlıkla korurlar. İskoçların etek giymesi, Hintlilerin bize garip gelen kıyafetleri gibi, biz de Türk kültürüne ait özelliklerimizi saklamaya, millî tarihimizin kadrosunu çizmeye ve gerekirse dilimizin bütün inceliklerini ifade edebilmek için alfabemize bir iki harf daha katmaya taraftarız.
Millî gelirin adaletle üleştirilmesi, Türk toplumu içinde elbette millî bir gayedir. Ferdî ihtiyaçların rahatça karşılanabildiği, refahın yaygın bulunduğu bir ülkede, toplumcu adalet dâvâsı gerçekleşmiş olur ve böyle bir dâvâdan bahsetmeye de lüzum kalmaz. Bu sebeple, bir yandan toplumcu adalet tedbirleri alırken, onları sağlam kanunî esaslara bağlarken, diğer taraftan da eğitim ve öğretimi yayarak ve ayrıca memleketimizi İktisadî alanda hızla kalkındırarak toplumcu adaletin ortamını hazırlamamız gerekir. Aksi halde toplumcu adâlet dâvasının, özellikle geri ve yoksul ülkelerde, komünizm silahı haline geleceği asla unutulmamalıdır.
Çünkü komünizm; yoksulluk, gerilik ve bilgisizlik bataklıklarında açan bir çiçektir.
Sosyalizmin, komünizmi önlediği yolundaki iddialar doğru değildir. Amerika’da sosyalist bir parti olmadığı, rejim tamamen kapitalist ve liberal esaslara dayandığı halde komünizm yoktur. Toplumcu adaletin tam veya çok miktarda uygulandığı memleketlerden Kanada’da Liberaller ve Muhafazakârlar; Belçika’da Hrıstiyan Sosyalistler; Finlandiya, İsveç ve Danimarka’da Sosyal Demokratlar; Almanya’da Hristiyan Demokratlar; Avusturya’da Katolik Halkçılar; İngiltere’de Muhafazakârlar (1950’- den beri) hâkimdir. Bu memleketlerin çoğunda sosyalistler küçük birer partidir.
Partiler ve sosyalizm hakkında tecrübesi olmayan geri memleketlerde ise sosyalizm, komünizmin öncüsü rolünü oynamaktadır. Küba’da olduğu gibi.. Bu sebeple, demokratik düzen içinde ve huzurla gelişme isteğini duyduğumuz bir zamanda, bize türlü huzursuzluklar getirip, memleketimizi komünist yapmaya çalışacak sosyalizmin aleyhindeyiz.
Memleketimizdeki bütün sosyalist hareketlerde komünizmden hüküm giymiş sabıkalıların bulunması en büyük delilimizdir.
Sosyalizmin aleyhinde olmamızın önemli bir sebebi de, bizim memleketimizde sosyalizmin tamamiyle kozmopolit şahıslar yetiştirmesi ve sosyalizmin milliyet aleyhtarlığı olarak çıkarılmasıdır. Büyük bir tarihin varisi olarak, Türk kalmaya azmetmiş bulunduğumuz için, bizi milliyetimizden uzaklaştırmak isteyen ve Türklüğü birinci plâna almayan her fikir ve her ülkünün karşısındayız.
Yüksek bir millet haline gelmenin diğer bir özelliği olarak sağlam kanunlar koymak ve kanuna saygıyı inanç haline getirmek için, her türlü tedbirin alınmasına, tercüme kanunlara değil de millî örfler çıkarılan ve çağdaş hukuk prensiplerine dayanan yasalara taraftarız. Kanunlar devleti, milleti, millî kültürü, ahlâkı, düzeni, aileyi, fertleri, şerefi ve hakları koruyacak kanunlar olmalı; adalet ölçüsü en kesin terazi ile sağlanmalıdır.
Devlet, nazari olarak, vatandaşların hayatını koruyup saadetlerini sağlamak için kurulmuş bir müessese olduğundan, her Türk’ün sağlık, hastalık ve işsizliğe karşı sigortalanması şeklindeki toplumcu anlayışımızı huzuru sağlayacak en temelli faktör olarak sayıyoruz.
Toprak, devletin temeli olduğundan, toprakla uğraşanların temel korunur gibi korunması ve kalkındırılması şarttır. Milletimizin göçebe zamanlarda bile toprak mülkiyetini kabul etmiş olduğu için, bu mülkiyetin devamı, sosyal yapımızın icaplarındandır.
(TÜRK ÜLKÜSÜ)
( Millî Eğitim Dergisi; Ekim, Kasım, Aralık 1975, s. 53)
Yazılan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Suç teşkil edecek yazılardan dolayı edebice.net sorumlu tutulamaz.
Henüz yorum yok.
Bu yazıya yorum yapabilirsiniz.