YAZAR-OKUR İLİŞKİSİ – Samim Kocagöz
Hani, edebiyat alanında kimi yazar üstü yazarlar, şair üstü şairler (!) vardır; derler mi «Bize okurlar vız gelir!» Gelmez ya öyle kasılırlar… Okur çok kültürlü olmalıymış da çok kültürlü yazarın, şairin dediğini anlamalıymış. Şöyle bir düşünelim: Bir toplumda, bir ulusun içinde kaç yazar, kaç şair -kendisini bilen- vardır? Deneme, başyazı, fıkra yazarı, gazetelerde yorumcu kaç eli kalem tutan kişi sayabiliriz. En ileri, en gelişmiş ülkelerin kültür oranına göre bir hesap edelim; bol keseden bu yazar, şair, düşünür, yorumcu sayısının tutarı diyelim ki beş yüz, beş bin… Yine ülkenin, bir ulusun, toplumun okur yazar oranına göre Okuru, Yazarlarına göre kaç kat fazladır? Ülkemizde örneğin, magazin gazeteleri bir yana bırakırsak, gazete okuru beş yüz bini geçmez. Bu okur çoğunluğunu -ya da azlığını- üçü beşi geçmeyen aklı başında gazetelerimiz düşünmez, adam sende derse, okurları ile ilişki kurmazsa, ne demeye ortalığa çıksınlar?
Bugünün uygar dünyasında, gazete, bir haber ulaştırma aracı olmaktan çok, iç ve dış olayları yorumlama -haberleri tamamlama- ve yurttaşları uyarma aracı olmuştur. Okurlarıyle ilişki kuramayan gazeteler zaten ortalığa çıkamaz. Çıksa da ilgi göremez.
Nasıl okursuz gazete düşünülemezse, okursuz şair, okursuz romancı, hikayeci de düşünülemez. Ayrı ayrı her gazetenin kendine özgü okuru olduğu gibi, her yazarın, her şairin de kendisine özgü bir okuru vardır. Bu yazarın, şairin yazdıklarına bakar; tıpkı magazin gazete okuyan okurların bulunduğu gibi, fikir gazetelerini okuyan okurlar da vardır. Şairin yazarın tutumu, anlayışı, eserleri, belli bir okurun malı olur. Çünkü ister gazetede yorumcu, uyarıcı, ister fıkra ister haber yazarı olsun; yazar, söyleyecek bir sözü olan kişidir okuruna. Edebiyatta da bu kural değişmez: Sanat yapan -romanla, hikâyeyle, tiyatroyla- yazarların da okurlarına elbette söyleyecek sözleri vardır. Hani «Okur bana vız gelir!» sözü, yazarlar için fantezi olmaktan öteye gidemez. Şairler içinse, intihardır; çünkü şiir, çoğunlukla okurun duygularına seslenir. Şair, okurları adına, okurlarının duyup da seçemediği duygularını ortaya koyarken; okuruna bilmece çözdürmeye kalkışırsa -bizim, sözcük oyunları ile- okuru ile ilişkisini koparır.
Okuru ile ilişki kuramayan şairin, «Okur bana vız gelir» sözü de gülünç olur. Yazı sanatında şiirden sonra hikâye ve roman türünde okura boşvermek büsbütün olasıya bir iş değildir. Yazarın içinde yaşadığı toplumu boşvermesi demek yükümlü olduğu görevden, ödevden kaçması demek olur. Hele kaçma olayına, kendine eleştirmeci adını takan kimi sivri akıllı kişiler de katılırsa, biliniz ki o ulusun edebiyatında geçici bir tıkanıklık vardır. Genellikle bu tıkanıklık, ulusun vardığı güçlü bir aşamadan sonra ortaya çıkar: Örneğin edebiyatımızda, 1950’den sonra böylesine bir duraklama olmuştur şiir türünde: Namık Kemal’le başlayan, Tevfik Fikret, Mehmet Âkif -şiir anlayışları, düşünce yapıları ne olursa olsun- ve Mehmet Emin’le kurulan bir şiir dünyasını; (dünyamızı) sonradan Yahya Kemal, Nâzım Hikmet sürdürmüş, bu dünyayı Ahmet Haşim gibi şairler tamamlamıştır. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet, kendilerine özgü bir yol bulmuşlar, kurulan şiir dünyasını, dünyamızı zenginleştirmişlerdir. 1950’den sonra şiire girişen şairler, ta Namık Kemal’den beri kurulmuş, gelişmiş şiir dünyamızı özde yenileyerek yürütememişler, bu dünyanın içinde güçlü olmadığı için sesleri, yetenekleri yersiz olduğundan; sözcük oyunlarına sapmışlar; «biz bunalıyoruz» diye tutturmuşlardır. Bunalım nedeni olarak da Demokrat Parti’nin baskısını ileri sürmüşlerdir. Elbet böyle bir baskı, şairleri -eğer korkak değilse, yetenekliyse- durduramazdı bunalıma sürükleyemezdi. Namık Kemal, Abdülhamit’in baskısından örneğin, hiç de bunalmamıştır; söyleyeceğini söylemiştir. Ondan sonraki şairler de susmamıştır çeşitli baskılar karşısında, giderek bunalan şairlere karşın, yukarıda adlarını andığım şairlerimizin çoğu. Demokrat baskısı, şu baskısı bu baskısı demeyip, bugüne değin şiirlerini sürdürmüşlerdir. Bu söylediklerim, roman, hikâye türü için de geçerlidir. Bir ara yeni biçim yeni anlatım diye tutturmuştur 50 hele 60 sonrası hikâye yazarları. Şu bir gerçektir ki, Çehov’dan, Gorki’den beri, en az bütün dünya yazarlarında hikâye anlatımı değişmemiştir: Toplum ve insandır konu. Toplumla kişinin ilişkisi, yazarla okurun ilişkisini sağlamıştır. Biçimdeki yenilik, her yazarın kendine özgü özü ele alışıdır. Bir başka deyişle, biçimi, anlatımı, diyelim anlatımındaki yeniliği, özün, öze bakışın getirmesidir. Dünyayı bir görüş açısı vardır. Ne var ki, sanatın konusu, insan ve toplumdur. İnsanın, toplumun duyup, düşünüp de bir deyiş bulamadığı duygularını, düşlerini ortaya koymak, insanı kendi kendisine yeterli bir düşünce, hayal gücüne sahip kılmak; giderek kendi kendisini, toplumu, -yönetimi bile- eleştirebilme düzeyine ulaştırmaktır. Yazı ile yapılan sanat, hiçbir vakit belli bir felsefenin, düşüncenin emrine giremez. Çünkü kişi ve toplum durmadan eytişimsel (diyalektik) açıdan devrimcidir, değişmektedir. Bir felsefeye bağlanırsa sanat, donar kalır. Örneğin varoluşçuluğa bağlanan edebiyatçıların eserlerinde vardığı sonuç, insan kaderinin bir görüş açısında bağlanmasını ortaya koyar ki, bu yapmacık bir edebiyat, insandan ve toplumdan uzaklaşan bir sanat olur. Örneğin J. P. Sartre, bizce bir romancıdan çok bir düşünür, bir filozoftur. Çünkü anlattığı toplumun ve kişinin tutumu ve kaderi, bütün eserlerinde bir kapıya çıkar ki, bu da toplumu ve kişiyi, toplumla kişinin ilişkisini anlatmaktan uzaklaşır. Camus’nün bizde yanlış anlaşılmasına, eserlerinin bunalıma olarak yorumlanmasına, Sartre’ın tutumu neden olmuştur. Sartre’la Camus birbirine karıştırılmıştır. Oysa Camus’de İkinci Savaş sonu toplumunun ve kişisinin görüntüsü vardır.
Bizdeki genç yazarları, Camus’yü, Kafka’yı yanlış yorumlama aldatmıştır. Ne var ki, örnek olarak bu yazarları almak zorunda değildiler. Çünkü bizim toplumumuzun, bizim insanımızın, Halit Ziya Uşaklıgil’den beri hikâye ve romanımıza girdiğini ve yerleştiğini unutmayacaklardı.
Ne yazık ki, genellikle bizde hikâye, roman yazmak, okulda «tahrir vazifesi» yazmak denli kolay görünen bir sanat olarak alınır. Bunda gençlerin hiç suçu yok: Liselerde edebiyat öğretimi bir rezalettir. Kendi edebiyatını bilmeyen gençler, dünya edebiyatının nerede olduğunu bilmeyenler, edebiyatımızla, yabancı edebiyatları karşılaştıramayanlar, nasıl edebiyat yapacağım diye ortaya çıkabilirler. Bu bile yeterli değildir: Bir roman, hikâye yazarı için sosyal bilimler, kendi fikir, düşünce, tarih bilimi çok çok önemlidir. Bütün bu bilgileriyle kendi insanına dönük bir edebiyat yaparken, kendi okurunu da düşünmek zorundadır. Bilgiçlik taslamadan eserini, en kültürlü okuru ile, en meraklı okuruna okutabilmelidir. Arapların bir atasözü vardır: «Hayrül umur-u evsatuha». Hani her işin ortası hayırlıdır. Bu söz, tutuculuk anlamına değil de yazarlar için düşünülürse, yazar, okurları ile ilişki kurabilmek için ortalama bir dil, bir anlatım bulmak zorundadır. Her toplumun kendi içinde bir kaynaşması, yaşantısının koşulları vardır. Her toplumun da buna göre okuru vardır. Bu koşullar içinde yazarın en büyük başarısı, her çeşit anlayıştaki okurunun elinden tutabilmesi, okurlarıyla ilişki kurabilmesidir.
Cumhuriyet, 14 Şubat 1973
(Roman ve Yazarlık Onuru, s. 72-75)
Yazılan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Suç teşkil edecek yazılardan dolayı edebice.net sorumlu tutulamaz.
Henüz yorum yok.
Bu yazıya yorum yapabilirsiniz.